İki gündür Bişkek’e otomobille 3 saat mesafedeki Cholpon – Ata’dayım. Burası adını Çoban Yıldızı’ndan alıyor. Tiyanşan Dağları’nın eteklerindeki Issyk – Kul’un (Sıcak Göl) kıyısındayız. Denizden yüksekliği 2 bin metre yi geçen bu göl dünyanın en büyük ikinci krater gölü.
Issyk – Kul’un esas güzelliği güneş batınca ortaya çıkıyor. İnsanı çepeçevre kuşatan mutlak bir sessizlikte sırtınızı bir kayaya verip oturduğunuzda kendinizi Samanyolu’nun bütün yıldızlarından oluşan bir şemsiyenin altında buluyorsunuz. Nâzım, ünlü “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak” dizelerini böyle bir göğün altında yazmış olmalı. Bu göğün altında, memleketin de gençliğimin de yıldızlardan daha uzak olduğunu düşünüyorum.
Çoban Yıldızı diğer bütün yıldızları bastıran ışığı ile sanki tek başına dünyaya hükmediyor. Bir ışık şelalesi şeklinde parlayıp kaybolan yıldız kaymalarına bakarken ne dilek dileyeceğimi şaşırıyorum.
Dünyadan o kadar uzağım ki kayıp giden yıldızlardan birisinin Diana olduğundan bile haberim yok.
Dünya tarihinin son rüya prensesinin öldüğünü ancak iki gün sonra Bişkek’e dönüp, otelde CNN’i izlerken öğreniyorum.
Kırgızistan’ın gerçekleriyle, dünyanın uğraştığı şeylerin ne kadar farklı olduğu, kafama CNN”in insanı habere yabancılaştıran üslubuyla dank ediyor.
Diana, bizim dünyamızın son Kül Kedisi’ydi. Aşkın gözünün kör olduğunun en iyi örneğiydi onun hayatı. Aslında Charles’ı ilk televizyon röportajından sonra terk etmesi gerekiyordu. 0 genç prense nasıl âşık olduğunu anlatırken, Charles İngilizlere özgü dudak büküşüyle “aşk mı, nasıl bir şeyse o?” dediğinde onu terk etmeliydi. Charles’ın aslında Camilla Parker’a âşık olduğunu, günlük hayatında son derece sessiz bir insan olan Prensin, Camilla’nın yanındayken neşelenip bülbüller gibi şakımasından anlamalıydı.
Diana talihsiz bir kadındı. Hayatı gerçek aşkın peşinde koşmakla geçti. Gerçek aşkı arayan herkes gibi kazık yedi. Kimisi bir prensesle yatmış olmanın gururu için, kimisi de onunla geçirdiği günlerin anılarını tabloitlere pazarlamak için kullandı onu. Kaybeden tarafta hep Diana oldu. Bugün bütün dünyanın “gerçek kaybedenleri” olan sessiz halk yığınları onun için ağlıyor ve üzülüyorlarsa bunda mazlumların kendi aralarında geliştirdikleri ilan edilmemiş dayanışma duygularının rolü var.
Diana’nın ölümü şimdi basın ahlakı, paparazzilik, özel hayatların dokunulmazlığı üzerine bir sürü boş laf edilmesine yol açacak. Esas dram göz ardı edilip, paparazzilerin nasıl bir açlıkla insanların özel hayatları üzerine atladıkları yazılıp, çizilecek.
Kimse birbirini seven ve hiç kimseyle bir bağlantıları olmayan iki insanın zaten bilinen bir beraberliği saklamak için neden cehennemi bir süratle kaçmak gereğini hissettiklerini bilemeyecek.
Diana da sevgilisi de kendilerini ölüme götüren kaçma kovalamacaya başladıklarında saklamaları gereken hiçbir şey olmadığını aslında biliyorlardı. Beraber geçirdikleri tatiller, özel uçaklarla çıkılan yolculuklar kimse için bir sır değildi.
Ama yıldızların hayatının bir parçası da paparazzilerden kaçmaktı işte. Diana da bir yıldızdı ve onun bedelini sevgilisiyle mum ışığında şarap içme özgürlüğünü kaybederek ödüyordu. Çetin Altan’ın dediği gibi kimisi önce ödüyordu, kimisi sonra. Bedelini ödemeden hiçbir şey alınamıyordu. Diana ise yaşadıklarının bedelini önce ödeyenlerdendi. Arkasından bu kadar çok insanın üzüldüğünü bilebilse ödediği bedele değdiğini düşünür müydü?
Onu hep gerçek aşkın peşinde koşan, bakışlarının altında gizli bir hüzün yatan bir kadın olarak hatırlayacağım. Gerçek aşkı yaşayabilmek için böyle bir bedel ödemeye hazır çok insan olduğunu düşünüyorum. Toprağı bol olsun.