RADİKAL

Dayan Baybora, yettim!

 BIŞKEK- Kırgızlarla ilk karşılaştığımda çocuktum. Kardeşimle birlikte o yıllarda en çok sevdiğimiz çizgi roman Karaoğlan’dı. Henüz Kartal Tibet Karaoğlan filmlerini çevirmemiş, hayalimizde canlandırdığımız her şeyi bir kristal vazoyu kırarcasına tuzla buz etmemişti.

Sokakta her birimiz bir Karaoğlan’dık. “Dayan Baybora yettim!” avazeleri Antalya sokaklarında çınlar, elimizde tahtadan yapılmış kılıçlarla, kargı mızraklarla kâh Bizanslıların kâh Kırgızların üzerine atılırdık.

Nedense Kırgızlar “Altaylardan gelen yiğit’ten pek hoşlanmazlar, fırsatını buldukça Karaoğlan ile babası Baybora’yı sıkıştırırlardı. O yıllarda hiçbirimizin Kırgızistan diye bir ülkeden haberi yoktu. Bizim için kuzeyde tek bir ülke vardı: Rusya. Çocuk aklımızla “Kırgız” ile “hırsız”ı aynı şey zannederdik. Ve açıkçası onların en olmadık zamanlarda kahramanımızın karşısına çıkmasından hiç hazzetmezdik.

Aradan yıllar geçti ve işte milyonlarca Kırgız’ın tam ortasındayım. Ne Karaoğlan var yardımıma koşacak, ne Baybora ne de Bayırgülü.

Kırgızistan şimdi bağımsızlığına kavuşan eski sovyet cumhuriyetlerinden birisi olarak değişimin sancılarını yaşıyor.

Bişkek’e bizi getiren THY uçağında dünyanın yetmiş iki buçuk milletinin temsilcileri vardı. Eski zaman misyonerlerinin yeni çağa ayak uydurmuşlarıydı onlar. Ayakları üzerinde durmaya ve ilerlemeye çalışan Kırgızistan’a hepsi kendince bir şeyler taşıyordu.

Havaalanına misafirlerini karşılamaya gelen Kırgızların ellerindeki pankartlardan dünyanın hangi büyük şirketinin Kırgızistan’a yatırım yapmaya geldiğini kolayca anlayabilirsiniz. Hepimizin tanıdığı birçok uluslararası şirket, şimdi Kırgızistan pastasını büyütmeye ve büyütürken de kendisine aslan payını ayırmaya çalışıyor.

Alışverişin en canlı olduğu yerler gıda maddelerinin satıldığı büyük pazar yerleri. Binbir çeşit meyve, bizdekine hiç benzemeyen salatalıklar, kavunlar, karpuzlar, açıkta satılan kesilmiş etler, tavuklar… İnsan yabancı bir ülkeye gelince nedense her gördüğü yiyeceği tatmak istiyor, sanki kendi ülkesinde aynı sebzeler, meyveler yokmuş gibi…

Ben de öyle yaptım. İpe dizilmiş hevenklerini boynumuza takıp bir yandan da misket oynarken yediğimiz alıça benzeyen ama ondan farklı bir meyveyi tatmadan edemedim. “Alçe”nin buruk tadı eski güzel günlerin anılarını canlandırmaya yetti..

Günlük hayat telaşı içinde koşuşturup duran Kırgızları pazar yerinin kargaşası içinde izlerken “değişim” denen şeyin dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını düşündüm.

Evet, bir şeyler değişiyor, Kırgızistan kendini çağa uyduruyordu. Ama arada bir çok küçük insanı ezip, tekerlerinin altına alma pahasına. Ortalama maaş 40 dolara ancak ulaşırken, bir kilo et 3 doları buluyordu. En vazgeçilmez olan şeyler en pahalı olanlarıydı elbette. En kolay vazgeçilebilecek şeyler de en ucuza gidiyordu. Gazeteler 5 ile 15 sent arasında satılabiliyordu bu yüzden. Okumaya çok meraklı Kırgız halkı tercihini öncelikle karnını doyurmak için kullanıyordu artık.

Değişimin insanı öğüten çarklarına yakayı kaptırmayanlar da vardı. Tanışalı iki saat olan hayattaki ilk Kırgız arkadaşım Garik bir filozof edasıyla “normal” diyordu. Hayat kendi dengesini yeniden oluştururken kimileri kaybedenlerin safında yer alacak kimileri de kazanacaktı.

Bu satırlar yazılırken Türkiye’de sizler yeni kahvaltıdan kalkmış olmalıydınız. Biz de öyleydik aslında. Ama Garik “50 gram konyak normal, vurarız” diyordu ve nerede duracağımızı bilmeden bardakları vurmaya başlamıştık bile… Bakalım bardaklar ilerledikçe kardeşim Karaoğlan yardımıma gelecek mi: “Dayan Baybora, yettim!” çığlığını yeniden duyacak mıyım?