Dünyada canı en çok sıkılan millet kim derseniz, hiç duraksamadan bu şerefin bizlere ait olduğunu söyleyebilirim.
Etrafınıza bir bakın. Kaç kişinin giysileri renkli? Yabancı takımlarla oynadığımız maçlarda tribünlere bir dikkat edin. Bizim tribünler siyah, gri ve kahverenginin tonlarından oluşurken, rakip takım taraftarlarının oturduğu tribünler bir çiçek tarlasını andırıyor. Hepimiz o kadar sıkılıyoruz ki, üzerimize şöyle iç açıcı renklerden oluşan bir kıyafet giymeyi bile canımız istemiyor.
Eğlencelerimiz bile bir tuhaf. Normal şartlar altında dinlediğimizde ağlamamız gereken şarkılarla göbek atıyor, dans ediyoruz. Ayrılığının acısına dayanılamayan bir sevgili için yazılmış ‘Mavilim’ şarkısıyla insanların nasıl eğlendiklerine şahit oldum geçenlerde bir düğünde. Sapık mıyız, neyiz? Kadın ayrıldığı sevgilinin ardından ağıt yakıyor, biz tutup o şarkıyla göbek atıp eğleniyoruz. Örnek sadece ‘Mavilim’ değil elbette. Düşünürseniz siz de yüzlercesini bulabilirsiniz.
Gazetelere, köşe yazılarına, televizyonlara baktığınızda da durum değişmiyor. Dünyanın en renksiz ve sıkıcı politikacılarının söylediklerini kendimize dert ediyor, en sıcak aile sohbetlerinde bile bir fırsatını bulup politik kavgalar çıkarmayı başarabiliyoruz.
Bu özelliğimizin günümüzün ekonomik ve politik sıkıntılarından kaynaklandığını düşünmeyin sakın. Biz bunu neredeyse 400 yıldır yapıyoruz.
1600’lü yılların ikinci yarısında İstanbul’daki İngiliz elçisinin silahtarı olarak görev yapan Ricaut isimli bir diplomatın anılarında buldum bunun ipuçlarını.
Ricaut, Türklerin Siyasi Düsturları (Milliyet Yayınları, Çeviren: M. Reşat Uzmen) isimli anılarında bunu şarap içmek yerine kahvehanelerde oturup kahve içmemize bağlıyor.
Ricaut’dan aktarıyorum: “..ağızlarına hiç şarap koymazlar; kahve ile birlikte su içerler, sert ve melankolik mizaçlı oldukları için aralarında devlet meselelerini konuşurlar; imparatorluğun vezirlerini ve paşalarını tenkit ederler, önemli meseleler üzerine fikir açıklamadan duramazlar ve hatalı hareketlerinin kabahatini yöneticilere atarlar. Bunun içindir ki, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa, İstanbul’da kahve içilen umumi yerleri yıkarken şarap satılan meyhanelere dokunmamıştır, muhakkak ki bunu yaparken kahvehaneleri isyan tohumlarının atıldığı yerler olarak tasavvur etmiştir. Halbuki meyhanelerde herkes devlet adamlarına atıp tutmadan neşelenmeye bakmaktadır.”
Gerçekten de aralarında bir tane kadın olmadan, sakallı bıyıklı erkeklerin sigara dumanları içinde havasız yerlerde pişti oynayıp çay, kahve içerken politika konuşmalarından daha sıkıcı bir şey düşünemiyorum.
Peki, hiç kahvehaneye gitmediğim halde benim canım niye sıkılıyor? Acaba Ricaut’nun sözünü ettiği ‘melankolik ve sert mizacımız’ın, bütün Türkiye’yi durmadan sigara içilip, politika konuşulan bir büyük kahvehaneye dönüştürmesinden mi kaynaklanıyor, bu durum? Ne dersiniz?
