Vur, kır, parçala, bu maçı kazan!
Futbolla ilgili herkesin yakından tanıdığı Michel Platini, Fransa’nın yetiştirdiği en büyük futbolculardan biriydi. Platini’yi diğerlerinden farklı kılan şey ne ‘kurtarılamaz frikik vuruşları’, ne de oyunu istediği gibi yönlendirmesini sağlayan zekâsıydı. Bunlar tek tek ya da bir arada birçok süper futbolcuda da olan özelliklerdi. Platini’yi diğer süper futbolculardan ayıran şey bir oyun felsefesinin olmasıydı.
“Bir futbol takımı bir varoluş şeklini, bir kültürü temsil eder” sözü Platini’ye aittir.
Gerçekten de futbolun oynanış tarzı takımların temsil ettikleri sosyal sınıfların ya da ülkelerin temel özellikleriyle yakından ilgili.
Brezilyalılar Brezilyalı gibi, İngilizler İngiliz gibi, Hollandalılar Hollandalı gibi futbol oynuyorlar.
Brezilya’da ‘sanayi kenti’ Sao Paulo’da oynanan futbol ile ülkenin ‘doğuya’ açılan kapısı ‘deniz kenti’ Rio’da oynanan futbol bile temel nitelikleri bakımından farklılık gösterebiliyor.
Fiorentina’da oynadığı zaman İstanbul’da Fenerbahçe’ye de bir gol atan ‘Doktor’ Socrates’in ülkesindeyken oynadığı ve yönettiği takımı Corinthians, askeri rejim döneminde sahaya her hafta göğsünde ‘demokrasi’ yazan bir formayla çıkmıştı. Takım da öyle yönetiliyordu zaten. Oyuncular maç taktiğine birlikte karar veriyorlar, ilk on biri kendileri seçiyorlardı.
Son yıllarda Türkiye’de de futbola yönelik artan bir ilgi var. Özellikle takımlarımızın Avrupa başarılarından ve Fatih Terim’in yönettiği Milli Takım’ın Avrupa Şampiyonası finallerine katılmasından sonra bu ilgi daha da arttı. Televizyonların en çok seyredilen magazin programları bile futbolcuları ve futbol takımlarını konu alanlar.
Ben çok eski bir futbol seyircisiyim, Fenerbahçeliyim. Bizim futbol seyretmeye başladığımız yıllarda Ankara’da gece maçlarına ailecek gidilirdi. En kötü küfür ‘yuh’ çekmekti. Maçtan sonra sonuç ne olursa olsun herkes sakin bir şekilde evine dağılırdı.
Aradan geçen yıllarla Türkiye’de her şey gibi futbol ve futbol seyircisi de değişti. Şimdi maçlardan önce yapılan aramalarda çocuk yaştaki taraftarların üzerinden döner bıçakları, şişler çıkıyor. Hiçbir maç küfürsüz (en hafifini bile buraya yazmama imkân yok) geçmiyor. Büyük takımların arasındaki her maçtan önce taraftarlar arasında ciddi arbedeler çıkıyor, insanlar yaralanıyor ve hatta ölüyor.
Saha içindeki görüntüler de bundan farklı değil. Hakeme çaktırmadan rakibe dirsek atıp burun kırmak, “sporcu ahlakı” ile bağdaşmayan sinsi … fauller yapmak, hakemi yanıltıp bir penaltı koparmak şimdinin yükselen değerleri.
Tek bir amaç var: Kazanmak. Bu amaca ulaşmak için yapılan her şey mubah. Hatta gerekirse şike yapmak bile anlaşılabilir ve sessizce onaylanabilir bir davranış.
Muhtemel başarısızlıkların sonucu maçlardan önce belli: Şanssızlık ya da hakemin karşı tarafı kayırması. Başarısızlıkların sorumlusu asla oyuncular ve takımın teknik ve idari yöneticileri değil. Başarısızlık hep dışımızdan kaynaklanan sebeplerle ortaya çıkıyor.
Taraftarlar ve futbolcular ne olursa olsun sadece kazanmaya şartlanmış durumda. Bu kazancın nasıl olduğunun hiç önemi yok. Yeter ki “vur, kır, parçala, bu maçı kazan”…
Özal sonrası dönemde Türkiye’nin girdiği sürecin bir yansıması bu. “İşini bil, köşeyi dön” felsefesinin futbol sahalarında ifadesi de böyle oluyor işte.
Futbol, Platini’nin dediği gibi “bir kültürün ifade biçimi”nden başka bir şey değil. Türkiye’nin tarihin bu dönemindeki portresini çizmek için de futbol sahalarına bakmak yeterli.