SEYAHAT

Lizbon

Editörüm arayıp “Avrupa’da senin için en romantik kent hangisiyse onunla ilgili bir yazı istiyorum” dediğinde, ona şöyle bir yanıt vermek istemiştim aslında:
“Bir kent, içinde sevdiğin biri yaşıyorsa bir evrendir.”
Lawrence Durrel, Justine’de böyle yazmış, ben de ezberlemiştim.
Bu nedenle benim için “Avrupa’nın en romantik kenti” her zaman bu bizim “küçük” yedi tepeli şehrimiz oldu.
Ama editör sözünün üzerine söz söylemek olmaz, benim için en az İstanbul kadar romantik şehir bulmak da zor değil zaten, huzurlarınızda Lizbon!
Portekizli yazar Eça de Queiros, 1878’de yazdığı bir romanda, kahramanının ağzından Lizbon’u şöyle anlatıyordu zaten:
“Ne manzara diye haykırdı avukat ve şehre övgüler düzmeye başladı. Kesinlikle Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biriydi ve şehre giriş, ancak Konstantinopol ile karşılaştırılabilirdi.”
Benzerlik elbette coğrafi yapı ile ilgili, kent mimarisi açısından değil!
Gerçi Lizbon’un kenar mahallelerinde de tıpkı İstanbul’da olduğu kadar kişiliksiz binalar da var, onu söylemiş olayım.
Lizbon da yedi tepe üzerinde kurulmuş.
Tam ortasından, bizim Boğaz kadar geniş Tejo nehri geçiyor, kentin iki yakasını bizim Boğaziçi Köprüsü’nün ikizi sayılabilecek kadar benzeyen bir köprü birleştiriyor: Vasco de Gama Köprüsü!
Lizbon’a olan hayranlığım aslına bakarsanız kenti görmeden başlamıştı.
Saramago’nun Körlük isimli romanını okurken bunu fark ettim: Romanı okurken gözümün önünde canlanan kent Lizbon’dan başka bir yer değildi. Saramago, romanında kentin adından hiç söz etmiyordu ama öyle hissediyordum.
Lizbon, uzun bir hafta sonu tatilinde rahatlıkla gezilebilecek bir kent.
18. yüzyılın başlarında Portekiz büyük bir denizci imparatorluktu, Brezilya, Macau, Angola, Mozambik gibi sömürgeleri vardı ve Lizbon da bu zenginliği yansıtan bir kentti.
1755 yılındaki büyük deprem her şeyi yerle bir etmiş. Binlerce mil uzaktaki Jamaika’da bile hissedilen depremde kentin 270 binlik nüfusunun 40 bini ölmüş. On dakika içinde art arda gelen üç büyük sarsıntı, Tüm Azizler Günü nedeniyle kentteki yüz kadar kilisede yanmakta olan mumları da devirince binalar alevler içinde kalmış. Felaket bununla da bitmiyor, tsunami de kentin sahildeki mahallelerini silip süpürünce, geriye bir enkaz kalıyor. Portekiz’in ve Lizbon’un altın çağı da bu felaketle birlikte sona eriyor. Yeri gelmişken “Allah İstanbul’u esirgesin” demeden de geçmeyelim, tahtaya vuralım!
Lizbon depremden sonra yeniden inşa edilmiş. Bugünkü kent de o yılların kent tasarımcısı Marki de Pombal’ın eseri. Bizim gibi eski binaları yıkıp, yerlerine daha yenisini ve daha yükseğini yapma alışkanlıkları gelişmediği için de kişiliği olan bir kent olarak kalabilmiş, arnavutkaldırımlı dar sokakları, antik tramvayları, tepelere iniş çıkışı kolaylaştıran asansörleriyle zamanın durduğu bir kent gibi.
Karo mozaikle döşenmiş zeminlerinin üzerindeki eski tahta masalarıyla küçük kahvehanelerde oturabilir, “pastelaria”lardan sokağa taşan mis kokuları takip
ederek lezzetli pastalar yiyebilirsiniz.
25 ve 28 numaralı tramvaylarla şehir turu attıktan sonra, antik fünikülerle denize doğru bir yolculuk yapabilmek de mümkün. Arabalı vapurlara binip, “karşı tarafa” uzanmak da! Dedim ya İstanbul’un bir benzeri bu şehir.
Zengin bir gece hayatı var, fado evleri, küçücük sokak arası barları, bugünün gençlerine hitap eden modern kulüpleriyle gece kolayca yatağa girmeyen bir kent görünümünde.
Michelin yıldızlı restoran avcıları için de seçenek var, geleneksel usullerle pişirilen deniz ürünleri meraklıları için de.
Ve elbette sanat galerileri! Avrupa’nın en ünlü sanat müzelerinden Gülbenkyan bu kentte. Museu Nacional de Arte Antiga’yı da görmek gerek, öğlen yemeği saatinde bahçesinde yemek de mümkün.
Cafe Brasileira’nın önündeki kaldırımda, bir masaya oturmuş kahvesini içen bir Pessoa heykeli var. Benim gibi turistler orada, o masaya oturup Pessoa ile kahve içebiliyorlar. Toprağı bol olsun, her gün o kahvede oturup gelip geçeni seyredermiş.
Praça Luis De Camoes’de (ki Camoes de Portekiz’in en ünlü şairlerinden biridir, her yıl doğum günü bu meydanda kutlanır) bu yüz yıllık kahveyi kolayca bulabilirsiniz.
Latif bir iklimi var, ben geçtiğimiz yıl bugünlerde gündüzleri bir gömlekle, geceleri onun üzerine giydiğim ince bir mont ile idare edebildim. Rehber kitaplarında Lizbon için en iyi mevsimin nisan ile ekim sonu olduğu belirtiliyor, hava ne çok sıcak oluyormuş, ne de soğuk.
Şimdi bunları okuyunca bir tereddüte düşmüş olabilirsiniz.
“Bu dediklerinden bulabileceğimiz Avrupa’da onlarca kent var, bunlar bir kenti romantik yapmaya yeter mi?” diyebilirsiniz.
Ben de “vurun, ama önce dinleyin lütfen” diyeceğim.
Buyrun bu şiiri birlikte okuyalım:
“Bir martı geçiyor ve artıyor / Ve artıyor içimdeki duyarlık / Ah her rıhtım taştan bir karasevda! / Ve gemi çözdüğünde palamarı / Bir bakmışız ki açılıyor uzaklık / Rıhtımla gemi arasında / İşte o an anlatamadığım taptaze bir endişe bürür içimi / Hüzünlü karmakarışık duygular.”
Şiir Fernando Pessoa’ya ait, Lizbon’a âşık bir Portekizliye! Ve şiirinde anlattığı kent de Lizbon’dan başka bir yer değil.
Pessoa’nın, Saramago’nun kenti. Tabucchi’nin yaşarken aşık olup, kollarında öldüğü şehir.
Bir şehre ruhunu verenler kuşkusuz ki o şehre aşık yazarlardır ve kentin meydanlarında dolaşır, neredeyse her minik meydanda bir yazar, şair heykeli görürsünüz. Şehrin ruhu işte ondan gelir.
Ve orada aşık olduğunuz kadının beline sarılmış yürürken, denizden gelen meltemi yüzünüzde hissedersiniz.
Bir mahalle barında soluklanmak için bir ginginha (porto beyazı ve şeri brandy kokteyli) içerken, dudaklarına uzanabilirsiniz, martılar çığlık çığlığa tepenizde dolaşırken.
Pessoa şöyle yazmıştı:
“Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.”
Lizbon’da her gün bir başkası olmayı denemeye ne dersiniz?