Trenle bir hayalin peşinde
Sibirya’yı bir trenle boydan boya geçebileceğimi öğrendiğimde çok küçüktüm.
Dr. Jivago’yu seyrettiğimde daha orta birinci sınıftaydım ve ne Rus devriminden haberim vardı, ne de Troçki’nin Kızıl Ordu’su ile Kolçak’ın Beyaz Ordu’nun Sibirya’daki kovalamacalarından.
Beni etkileyen şey, Sibirya’nın o uçsuz bucaksız gibi görünen ormanlarında, ovalarında, donmuş nehir ve göllerindeki manzaralar da değildi.
Hiç durmadan ilerleyen bir trenin içinde bir kıtayı boydan boya geçme fikri beni etkilemişti ve Orta Atlas’ı açıp açıp trenin güzergahını kestirmeye çalıştığımı hatırlıyorum.
Sonra her çocuk gibi büyüdüm. Büyümekle kalmadım, solcu da oldum, Rus devrim tarihini okudum.
O da yetmedi filmi de belki üç – dört kez daha seyrettim.
Her seyrettiğimde Sibirya’nın beni kendine çağırdığını düşündüm, ne yapıp edip gitmeliyim diye hayal kurdum.
Hayalimi gerçekleştirdiğimde artık kocaman adam olmuştum.
Keşke bu kadar beklemeseydim diye düşünüyorum şimdi.
Eğer bu yazıyı okuyorsanız ve yaşınız 30’dan da büyük değilse, hiç durmayın derim.
Yaşınız ilerlediyse o zaman biraz daha para harcayacaksınız demektir, yine durmayın!
Eğer bu yolculuğu genç yaşımda yapacak olsaydım, trenin her durduğu istasyonda iner, üç – beş gün civardaki kentleri, köyleri gezer, sonra yoluma devam ederdim.
Biletimi kuşetli alır, karnımı istasyonlarda yaşlı kadınların sattıkları piroşkiler, bizim Rus salatası diye bildiğimiz “olivier salat”, ekşi kremalı mantı, kurutulmuş et ve kurutulmuş balıklarla doyurur, beş litrelik pet şişelerde satılan lokal biraları içe içe giderdim.
Böyle olunca yolculuk neresinden baksanız iki – üç ay sürerdi ki “Sibirya’yı gezdim” demek de zaten ancak böyle bir zaman ayırmak ile mümkün olabilir.
Bunun sudan ucuz olması da cabası. Büyük ikramiye ise bulunduğunuz kuşetli vagona çıkık elmacık kemikleri, iri mavi – yeşil gözleri ve bellerine gelen sarı saçlarıyla bir güzel Rus kızının denk gelmesi olurdu her halde.
Ama dedim ya yaşım ilerlemişti, cebimde de harcayacak param vardı, aynı yolu “5 yıldızlı” bir vagonda yaptım!
Yine aynı yemekleri yedim ama trenin lüks lokantasında. Bira yerine de muazzam Fransız şaraplarını yudumladım.
Akşam üstü yemekten önce ve gece yemekten sonra trenin barında, Novosbirsk Senfoni Orkestrası’nda da çalan bir piyanistin eşliğinde en kral Rus votkalarını içtim, yumurtaların üzerine konmuş havyarları yuvarladım.
Şu anda fiyat veremiyorum, çünkü bu geziyi yapalı beş yıl oldu, sizleri yanıltmak istemem. Ama internette Golden Eagle sitesine girerseniz, bir e – posta atıp, güncel fiyatları isteyebilirsiniz. Pazarlık da öneriyorum, boş kompartıman kalmasın diye indirim de yapabiliyorlar.
Tren yolculuğuna geçmeden önce Rusya’ya seyahat etmek isteyenler için bir – iki temel bilgi vereyim, kulağınızın bir kenarında bulunsun.
Rusya’ya turist olarak ya da iş için gelen yabancıların akıllarından çıkarmamaları gereken iki kural var:
1 – Siz Rus değilsiniz, bu memleketi değiştirmek sizin göreviniz değil, haddiniz hiç değil!
2 – Rusya’da “niçin, neden” diye sormayın, çünkü yanıtı hep aynıdır: “Öyle de ondan!”
Bu iki kuralı aklınızdan çıkarmazsanız canınızı sıkacak bir durumla karşılaşmazsınız.
Trans Sibirya gezisi için hayal kuranlara bir diğer önerim: Bavuldan vazgeçin. Elinizde çekebileceğiniz ve uçak kabine alabileceğiniz büyüklükte bir çanta yeter.
Bu turu benim gibi kışın yapacaksanız, eksi 40 derecelere hazırlıklı olun, ona göre giysi seçin. Trende giymek için de rahat giysiler ve spor ayakkabı yeterlidir.
Moskova ile Vladivostok arasında 7 saat zaman farkı da var.
Bu, Sibirya’yı trenle geçmek isteyenlerin takip etmeleri gereken en önemli konu!
Çünkü istasyonlardaki gelen – giden trenleri gösteren tabelalardaki saatler, Moskova zamanına göre veriliyor. Eğer bulunduğunuz istasyon ile Moskova arasındaki zaman farkını bilmiyorsanız ya da saatinizi buna göre ayarlamazsanız, o istasyonda ömrünüzün sonuna kadar “ekspresi” beklersiniz, haberiniz olsun. İstasyon saatleri de Moskova’ya ayarlıdır, onlara da o gözle bakmakta yarar var.
Moskova’dan Vladivostok’a uzunluğu 9288 kilometre olan bir yolda tren seyahati yapacaksınız, yanınıza kitap, film vs alın, her kompartmanda DVD player bile var.
Tren Vladivostok’tan yola çıktıktan sonra iki gün durmaksınız yol alıyor, çünkü duracak bir yer yok.
Trenimiz Vladivostok’un tarihi garından 21.52’de hareket etti.
O andan başlayarak Rus Demiryolu işletmesine hayran kaldığımı belirtmeliyim.
Bütün varışlar ve hareketler dakikası dakikasına zamanında oldu.
Aklınızda olsun, bu dakikliğe uyamazsanız, bir sonraki treni beklemek zorunda kalırsınız ki bu, bir 24 saat istasyonda bekleyeceksiniz anlamına geliyor.
Yolculuğun ilk etabı yaklaşık 60 saat sürüyor.
Yol boyunca Ussuriysk, Ruzhino, Khabarovsk, Birobidzhan, Obluçye, Magdagaçi, Yerofey Pavloviç, Amazar, Mogça, Çerhişevsk, Karymskaya, Chita, Khilok, Petrovski Zavod istasyonlarına uğradık. Buz tutmuş peronlarda bacaklarımızı açmak için beşer – onar dakikalık yürüyüş olanağı vardı ama istasyondan fazla uzaklaşmak mümkün değildi.
Ulan Ude’de, Moğolistan’da Ulan Bator’a geçmek için lokomotif değiştirdik, Elektrikli lokomotifin yerini gürültücü bir dizel lokomotif aldı.
Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator, dünyanın en soğuk başkenti unvanına sahip. Sokakta yürürken bunun ne demek olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Birisi sanki eline bir jilet almış, yüzünüze ince ince kesikler atıyor gibi.
Sonra bir 37 saat daha gittik, Baykal Gölü’ndeki Port Baykal’da trenden indik ve buz tutmuş gölün üzerinde bekleyen 8’er kişilik hovercraftlara bindik.
Yaklaşık yarım saat süreyle dev bir kristali andıran gölün üzerinde yolculuk ettim. Teknenin kaptanı, buz üzerinde bize öyle kayma numaraları yaptı ki insanın başı dönüyor.
Göl sıcak akıntı olan küçük bir bölümü dışında tamamen donmuştu.
Rüzgâr donan gölün üzerindeki karları süpürdüğü için kristal bir kitlenin üzerinde gibiydik.
Buzun kalınlığı yer yer bir metreye ulaşıyor. Üzerindeki dev çatlaklara rağmen kırılmıyor, çünkü buz kütlesi bu kalınlık sayesinde birbirini tutuyor ve üzerinde otomobille geçip gitmeye bile olanak veriyor.
Baykal Gölü’nden Irkutsk’a yarım saatlik bir otobüs yolculuğu ile geçtik.
Dekambristler, Çar’a karşı yaptıkları darbe girişimi başarısız olunca sürüldükleri Irkustk’da kendilerine bir Paris yaratmışlar.
Zamanın asil ailelerine mensup bu insanların para sorunu yokmuş, orada şahane bir hayat kurmuşlar.
Irkustk’da Kont Volonski’nin evi bir müzeye dönüştürülmüş. Artık bir örneği kalmayan “dik piyano”yu da burada gördüm.
Kont Volonski ve eşi Anna burada alıştıkları yaşamı kurmuşlar. Müzik, opera, şampanya, havyar ve her gün parti!
Müzede, bir piyanist, bir tenor ve bir sopranodan oluşan üç kişilik bir grup harika bir konser verdi. Anna Volonski’nin çok sevdiği parçalardan oluşan bir konser, onun geleneğine uygun olarak patlatılan şampanyalar ile tamamlandı.
Irkustk, bu özelliğinin yanında Sibirya’nın en renkli gece yaşamına da ev sahipliği yapıyor. Kızların güzelliğine bakarken insanın başının dönmemesi mümkün değil ve Mustafa Oğuz ile kendimizi “yaşlanınca çirkinleşiyorlar” şeklindeki boş inancımızla teselli ettik!
Yaklaşık 30 saatlik bir yolculuktan sonra trenimiz Novosibirsk garına girdi. Bir buharlı lokomotif şeklinde inşa edilen istasyonun mimarisi gerçekten görülmeye değer ve içinde kemanı ile Beethoven çalan bir dilenci bile gördük.
Novosibirsk adından da anlaşılacağı gibi yeni bir kent. (Yeni Sibirya anlamına geliyor.)
Burada dünyanın en büyük opera binası var. Devlet tarafından finanse edilen bu opera, aynı zamanda dünyanın en kalabalık sanatçı kadrosunu da içinde barındırıyor. Her gün değişik bir oyun sahneleniyor ve biletler de çok ucuz olduğu için “kapalı gişe” oynanıyor.
Novosibirsk – Yekaterinburg arası yaklaşık 22 saat sürüyor.
Bu kent, devrimden sonra Çar II. Nikola’nın bütün ailesi ile birlikte katledildiği bir kent.
Kendilerini “Sibiryalı” olarak değil, “Urallı” olarak tanımlıyorlar. Asya ile Avrupa’yı ayıran Ural Dağları, kentin ufuklarında yükselip gidiyor.
Buradaki “Kan içindeki kilise”de Çar ve ailesine “aziz” mertebesi de verilmiş. İnsanlar önünde dua edip, ikonlarını öpüyorlar.
Kent, 2. Dünya Savaşı’nda yıkım görmediği için Çarlık döneminin zenginlerinin yaptırdığı dev konaklar, saraylar ayakta duruyor. Bugünün Rus oligarklarını çağrıştıran bir zenginliğin izleri açıkça görülüyor.
Trenimiz Yekaterinburg’dan hareket ettikten yaklaşık üç saat kadar sonra Ural dağları üzerinden Asya’yı terk ettik. Tam geçit noktasına bir kitabe dikilmiş, Asya’nın bitip, Avrupa’nın başladığını haber veriyor.
Yine 20 saate yakın bir tren yolculuğu ile Vladimir’e ulaşıyorsunuz. Burası 160 yıldır bir dram tiyatrosuna ev sahipliği yapıyor ve tiyatro bu kent halkının halen en önemli eğlencesi.
Vladimir’den otobüsle 40 dakika kadar bir yolculukla Suzdal’a varılıyor.
Suzdal, 990 senesinde kurulmuş ve neredeyse kurulduğu haliyle kalmış bir küçük kent.
“Tanrıya en yakın şehir” diyorum çünkü 26 kilise ve beş tane büyük manastıra sahip. 11 bin nüfusa göre bana bu sayı biraz çok geldi, siz ne dersiniz?
Suzdal’da Aziz Efimus Manastırı’ndaki büyük kilisenin çanları saat başı çalıyor. Bir keşiş, iki eli ve ayaklarıyla bir dizi çanı harekete geçiriyor, dinlemeye ve seyretmeye değer bir tablo. Kilisede dört erkekten oluşan bir tür kastrati korosu da dinledim ki sesleri hala kulaklarımda çınlıyor.
Suzdal, aynı zamanda bir “ahşap mimari müzesine” de sahip.
Rusya’nın dört bir yanından sökülüp getirilen ahşap kiliseler, değirmenler ve evler geniş bir alanda yeniden kurulmuş. Rusya’da “sigara içmek yasak” levhasını da sadece burada gördüm. Nedenini tahmin etmek zor değil, bin yıllık bir ahşap mimari tarihi bu müzede yer alıyor çünkü.
Trene 20 Şubat 2010 gecesi Vladivostok’ta bindim ve Moskova’da Kurskiy İstasyonu’nda akşam üstü trenden indiğimde tarih 2 Mart 2010 olmuştu.
Moğolistan sınırları içindeki yolculukla birlikte toplam 12 bin kilometreyi bir trenin içinde geçirmiştim.
“Salata” denilince “mayonezli Rus salatası” yenilen, çorbaların içinde bile krema olan, yağın en temel girdi kabul edildiği Rus yemekleri ve bol votka, trende yürüyüş olanağı da az olduğundan ağırlığım da üç kilo artmıştı.
Bu kadar uzun tren yolculuğundan sonra arkadaşım Mustafa Oğuz ile kendimizi otelin geniş yataklarına attık. Birbirine geçişi olan iki odadaydık. Bizi Moskova’da karşılayan arkadaşlarımızla üç – dört saat sonra buluşacaktık.
Uyuya kalmışız, Mustafa telaş içinde odama girip, “kalk geç kaldık” diye seslendiğinde uyku sersemliği ile şöyle sormuşum: “Ne oldu, neden durduk?”
—————————-