Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, dün görevini eksiksiz yerine getirmiş insanların huzuru içinde görünüyordu.
HDP’nin kapatılması için açtığı dava nedeniyle Anayasa Mahkemesi Yüce Divan salonunda sözlü açıklama yaptı ve “bizim açımızdan süreç tamamlandı. Artık takdir, Yüksek Mahkeme’nin” dedi.
Gerçi biz tıpkı AKP’nin kapatılması davasında olduğu gibi gazete haberlerinin, demeçlerin, konuşmaların ve bazı Anayasal hakların kullanımına ilişkin bilgilerin etrafına kurulmuş bir iddianame gördük ama Şahin, “davalı partinin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini tüm delillerle ortaya koyduğumuzu bildirdik” diyor.
Bizim mahkemelerimize sunulan siyasi amaçlı iddianamelerin, iddia edilen suç ile suçlanan arasındaki somut bağı kuracak net ve tartışılmaz deliller aramak yerine, daha çok dedikodu yapmaya eğilimli oldukları bir gerçek.
Nitekim Başsavcı, iddiasına kanıt olarak dün şunu da söylüyor:
“Davalı partililerin de PKK’yı kınadığını kimse duymadı.”
Yani ben şimdi çıkıp “hayır, birçok kez kınadıklarını ben haberlerde okudum, televizyonda kulaklarımla duydum” desem ne olacak?
Savcının sözüne karşı benim sözüm!
İnsanın Amerikan dizilerinde avukat olası geliyor!
Savcı, dünkü açıklamalarında şunun da altını çizdi:
“Davalı parti, terör örgütünün sözde askere alma dairesi gibi faaliyet göstermektedir. Bunun en önemli delili olarak yıllardır zorla ya da kandırılarak örgüte götürülen çocukların ve gençlerin annelerinin 3 yılı aşkın süredir Diyarbakır il binası ve bazı illerde tuttukları evlat nöbetleri gösterilebilir. Sanki bu parti, terörist örgütün asker alma şubesi gibi çalışıyor. Benzetmek gibi olmasın, askerlik dairemize haksızlık yapmayalım, ama adeta asker alma dairesi gibi faaliyet gösteriyorlar.”
Kusura bakmasın ama bu sözlerinin hukuki hiçbir anlam ve değeri yok.
HDP, PKK’nın askere alma dairesi gibi faaliyet gösteriyormuş, bunun kanıtı da çocukları PKK’ya katılmış bazı vatandaşlarımızın, bu parti binasının önünde nöbet tutmalarıymış!
Çocukları kim vurduya giden, çoğunun mezar yeri bile belli olmayan Cumartesi Anneleri mesela AKP’nin kapısında polisten dayak yemeden nöbet tutabilseler, savcı AKP’ye de kapatma davası açacakmış gibi konuşuyor.
Bu durumda HDP’nin suçu, Diyarbakır il binasının önünde nöbet tutan çaresiz insanları oradan kovmamak mı oluyor?
Aslında herkesin bildiğini söylese, makamına daha çok yakışırdı.
O da bu davanın hukuki değil, siyasi amaçlı olduğudur.
Eğer HDP, seçimlerde Erdoğan ve AKP’yi desteklemeye azıcık eğilimli olsaydı, bu dava açılmazdı, savcı da bu dehşetengiz bilgileri kamuoyuyla paylaşmak zorunda kalmazdı.
Bu parti en son yapılan genel seçimde 5 milyon 867 bin 302 oy aldı. Bu, toplam oyun yüzde 11,70’ine karşılık geliyor. Türkiye’nin üçüncü büyük partisi.
Böyle bir partiyi kapatmak için dava açıyorsanız, iddianameniz böyle çıkarımlarla oluşmamalıydı.
Şimdi Anayasa Mahkemesi, iddianameye yakışır bir karar verecek: Siyasi bir karar!
Bu karar hukuki olmayacak, hukuk dili kullanılan siyasi bir karar olacak.
Seçimden önce mi bitirilecek, seçim sürecinde mi bitirilecek, seçim süreci başladıktan ve adaylar belli olduktan sonra mı karar alınacak?
Bunları izleyerek, kararın hukuki mi yoksa siyasi mi olduğunu da anlayacağız.
Ankara’da hakimler mi var, Erdoğan’ın memurları mı var, göreceğiz.
Adalet, sıcak ekmek gibi kokacak mı, anlayacağız.
——————————–
“Nureddin’e” değil, müteahhitlere söylemeli
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu yıl boyunca köprü ve otoyol geçiş fiyatlarına zam yapılmayacağını söyledi.
Maliye Bakanı’na da şöyle seslendi:
“Nureddin, senden bir para gitmeyecek.”
Biliyorsunuz bu köprü ve otoyollar, yap – işlet – devret diye tarif edilen sistemle yapıldı.
Devlet, belli bir süre için belirlenmiş miktarda araç geçiş garantisi veriyor, müteahhitler de bu işletme süresince yapım, kredi maliyeti ve işletme giderlerini karşılayıp, artanını kar olarak defterlerine yazıyorlar.
Yani olayın herhangi bir aşamasında Nureddin Bey kardeşimizin elini cebine atması gerekmiyor.
Çünkü Nureddin Bey’e görevi süresince idare etsin diye verilen cep, kendisine değil, bize ait.
Ve hepimiz biliyoruz ki ABD Doları ya da Euro cinsinden verilen garantiler, her yıl Dolar ya da Euro enflasyonu kadar zamlanıyor.
Gelip geçenlere yansıtılmayan bu artışlar, ve hiç geçmeyen araçların ödemesi gereken paralar bizim Nureddin Bey’de emanet duran cebimizden karşılanıyor.
Cebimizi dolduran para da vergilerimiz zaten ne Erdoğan’ın ne de Nebati’nin şahsi malı değil.
Ve bu yıl için bu amaçla bütçeye konulmuş ödenek 55,5 milyar TL.
Geçiş fiyatları artmayacağı için de aradaki fark daha da büyüyecek, bütçeden ödenmesi gereken rakam bunun üzerine çıkacak.
Yani böyle bir alicenaplık beklenecekse bunu müteahhitlerden beklemeli ama müteahhitlerin ellerini cebimizden çekmeye niyetli olduklarını gösterir bir işaret de yok.
Erdoğan bunu hepimiz gibi iyi biliyor elbette ama böyle “bonkör köy ağası” gibi davranmasını oya dönüştüreceğini hesaplıyor.
Bu hesabı yutacak var mı derseniz, Türkiye’nin en azından üçte biri zaten yutmaya gönüllü.
——————————
Biraz da gülelim
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:
“Ülkemizin basın yayın tarihini bilen, elini vicdanına koyup, objektif muhasebe yapan herkes medyamızın bugün daha bağımsız, çoğulcu zengin bir yapıya sahip olduğunu kabul edecektir.” (Anadolu Medya Ödülleri törenindeki konuşmasından.)
—————————