Artık seçim için “son düzlüğe” girdik.
Bundan sonra alınması gereken bir viraj var mıdır, bu virajı alırken adaylar ya da partiler mesafe kaybederler mi, tahmin edebilmek zor.
Herkesin artık ezberlediği bir Süleyman Demirel özdeyişiyle söyleyecek olursak “siyasette 24 saat bile çok uzun bir süre” diyebiliriz.
Memleketimizin umum siyaset esnafını göz önünde bulundurunca “her şey olabilir” demek de mümkün.
Farkındayım, böyle “her şey olabilir” denilince üç büyüklerin birbirleriyle oynadıkları maçlarla ilgili tahminini açıklayan spor yazarlarına benzedim: Üç sonuçlu bir maç!
Bir futbol maçında zaten başka hangi sonuç olabilir ki? Ya biri kazanır ya diğeri ya da berabere kalırlar!
Seyircinin sahaya girip hakemi de döverek maçı yarıda bıraktırma olasılığını tamamen reddediyor değilim ama sonunda öyle maçların bile bir galibi olur.
Öte yandan “her şey olabilir” diyerek topu taca atmak istemediğime de emin olabilirsiniz.
Biliyorsunuz ne düşünüyorsam onu yazıyorum, bazen sinir bozucu olmayı da göze alarak.
Ancak artık “son düzlükte” seçim yasaklarına uymak zorundayım, anket vs. açıklayamam, onlara dayanarak yorum yapmamam da gerekir. Çünkü o vakit de o yorumu neye göre yaptığımı açıklamalıyım ki yine aynı yere geliriz.
Yani artık “iyi olan kazansın” pozisyonuna geldik ve elbette herkesin gönlünde yatan bir “iyi” ve bir de “kötü” var ki bu durumda da yine “her şey olabilir” noktasına geliyoruz.
Gönlümüzdeki iyiyi paylaştığımız insanlarla bir arada olma eğilimine “homofili” diyoruz.
Hayır, kimseyi zorla LGBTİAQ+ yapacak değilim ve zaten bir yazı okudu, bir film seyretti diye cinsel yönelimini değiştirecek bir Allah’ın kulunun da olmadığına inanıyorum.
Homofili iki anlamlı bir kelime. Birincisi cinsel azınlıklara destek veren organizasyon ve bireyler için kullanılıyor. Burada kullandığım ise ikinci anlamı: Kendi fikirlerimize yakın bulduğumuz kişilerle bir arada olma eğilimi!
Benzediğimizi düşündüğümüz insanlarla aynı toplulukların içinde olmak, bize benzemediklerini düşündüğümüz insanlardan ve topluluklardan uzak durmak eğilimindeyiz.
“Aynılar aynı yerde olur” önermesindeki gibi yani!
Böyle bakınca boyutlandırma makinesinden geçirilmiş elmalara benziyoruz. Aynı boy ve olgunluktakiler aynı kasada olabiliyor.
Sosyal medya algoritmaları da büyük ölçüde bunun üzerinden çalışıyor.
Kendimiz gibi olduğunu düşündüğümüz insanları takip ediyoruz, bununla da kalmıyor sosyal medya şirketleri önümüze getireceği “yeni” kişileri de bu ayak izlerimize bakarak belirliyor.
“Yankı odası” dedikleri şey böyle gerçekleşiyor.
Herkes kendi sesinin yankısını duyuyor gibi oluyor çünkü aynılar, aynı yerde olmaktan hoşlanıyor.
Türkiye’de Twitter kullanıcılarının yüzde 60’ı takip ettikleri kişilerin siyasi görüşlerinin kendi siyasi görüşleriyle uyumlu olduğunu söylüyor. Facebook kullanıcıları arasında bu oran yüzde 87.
Popüler bilim dergisi Scientific American’da yayınlanan bir makale, aynıların aynı yerde olması eğilimini abarttığımızı da ortaya koyuyor.
İnsanlar, kendi görüşlerinin aşırı versiyonlarını duymaya ve dinlemeye daha çok istek duyuyorlarmış.
Savunduğumuz fikirleri daha makul ölçülerde ve sesini fazla yükseltmeden savunanları değil, daha ateşli olanları duymak hoşumuza gidiyor belli ki.
Savunduğumuz bir fikri yumruğunu masaya vura vura konuşan birisinden duymak, bizde kendi fikrimizin ne kadar da sağlam ve yüksek sesle savunulabilecek mükemmel bir fikir olduğu duygusunu yaratıyor.
Amit Goldenberg “siyasi homofiliyi” tartıştığı makalesinde bir araştırmaya yer vermiş.
Olay doğal olarak Amerika’da geçiyor.
1960’larda ABD’li Cumhuriyetçilerin yüzde 5’i, Demokratların ise yüzde 4’ü, çocuklarının karşı partiden birisiyle evlenmesi halinde üzüntü duyacağını söylüyormuş.
2010 anketinin sonuçları dudaklarınızı uçuklatabilir.
Demokratların yüzde 33’ü, Cumhuriyetçilerin yüzde 49’u bu nedenle üzüntüye gark olacaklarını açıklamış.
Cumhuriyetçilerdeki bu siyasi kindarlıkta dinin de önemli etkisinin olduğunu belirteyim.
İnsanlara barış, kardeşlik, iyilik mesajı vereceğini varsaydığımız dinin, insanların elinde siyasi amaçlarla nasıl kullanıldığının altını çizecek bir sonuç bu.
Öte yandan kendisini “demokrat” diye tanımlayan birisinin, çocuğunun bir “cumhuriyetçi” ile evlenmesinden derin bir üzüntü duyacağını söylemesi de bilmiyorum sadece bana mı garip geliyor.
Böyle “demokratlığa” ne demeli bilmiyorum, “yorgun demokrat” deyip, Ahmet Kaya’yı da anmış olalım.
Benzeri bir araştırma sonucu Türkiye’den de var.
Bilgi Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi’nin Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları (2018) isimli araştırmasının sonuçlarına göre halkımızın yüzde 79’u kızlarının, kendilerine en uzak hissettikleri partinin taraftarlarından biriyle evlenmesini istemiyor.
Yüzde 74’lük bir kesim o partinin taraftarlarından biriyle iş yapmak istemediğini belirtirken, komşu olarak istemeyenlerin oranı da yüzde 70.
Çocuklarının o partinin taraftarlarından birinin çocuklarıyla oynamasını istemeyenlerin oranı da yüzde 68.
Gerek dini açıdan gerekse geleneksel açıdan “hoşgörü diyarı” diye bildiğimiz ülkemizdeki tablo bu.
Kendimizi “hoşgörülü” diye tarif etmiyor olsaydık acaba halimiz nice olurdu diye merak etmedim de değil.
Arjantinli sosyolog Federico Zimmerman’ın yaptığı bir araştırma, insanların kendilerine benzer fikirleri daha uçta savunanlar ile bir arada olmak istediklerini ortaya koyuyor.
“Siyasi kutuplaşma” dediğimiz şey böylece kendini yeniden üreten bir sürece dönüşüyor.
Bu araştırmayı On Haber’de okuduktan sonra haber televizyonlarındaki konuşan kafaların, dozu neden giderek yükseltmek zorunda kaldıklarını daha iyi anladım.
Demek ki izleyicinin de doygunluğa ulaştığı bir nokta var ve o noktadan sonra televizyonu kapatmasın diye gaza biraz daha yükleniyorlar. Ve sonunda o deli saçması konuşmalara maruz kalıyoruz.
Mesela Muharrem İnce’nin işi “Kılıçdaroğlu Amerikalılarla görüşmüş, İHA’lar ve SİHA’lara çomak sokuyor” sözleri böyle bir zirve noktası.
AKP’li trollerin “Kılıçdaroğlu işbaşına gelince isteyenler köpekleriyle evlenebilecek” propagandası da böyle.
Bir yandan sadece duymak istediklerimizi dinlemeye eğilimliyiz diğer yandan duymak istemediğimiz fikirlerin yayılmasından hiç hoşlanmıyoruz.
Bilgi Üniversitesi’nin araştırmasındaki şu sonuç, ne kadar “demokrat” olduğumuz ile ilgili güzel bir ipucu veriyor.
Halkımızın yüzde 47’si kendilerini en uzak hissettikleri parti taraftarlarının gösteri amaçlı yürüyüş yapmasına olumsuz yaklaşıyor.
Yüzde 44’lük bir kesim o grubun toplantı düzenlemesini, yüzde 43’lük bir kesim de basın açıklaması yapmasını onaylamıyor. Diğer grubun telefonlarının dinlenmesini onaylayanların oranı da yüzde 50.
Ellerinde taşlar sopalarla miting meydanlarını basmak isteyenler filan işte bu “hoşgörü ikliminin” bir sonucu.
Bu büyük toplumsal sorunumuzu nasıl tedavi edebileceğimizi bilmiyorum.
Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun kampanyasına hâkim olan ve bizlere demokratik bir yönetim vaat eden dilin yola çıkmak için yeterli olabileceğini düşünüyorum.
Televizyonlardan, radyodan, sosyal medyadan, gazetelerden her gün bütün Türkiye’ye yayılan kavgacı ve ötekileştirici bir dilin bizi getirdiği noktada, bu kadarlık bir başlangıç bile çok önemli.
Haftaya seçim sonuçlarını da öğrenmiş olacağız, bakalım “aynı yerde olmaktan çok hoşlanan aynılardan” hangisi daha kalabalıkmış!
———————————
