Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bak oğlum, bunlar kötü amcalar

Bak oğlum, bunlar kötü amcalar

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, torunu ile birlikte televizyon izlerken, tampon bölgedeki sığınmacılara karşı biber gazı kullanan, şiddet uygulayan Yunan polisini göstererek “bunlar kötü amcalar” demiş.

Kendisine tamamen katılıyorum.

İnsanlara karşı orantısız güç kullanarak, kanun dışına çıkan güvenlik güçlerini çocuğa “bak oğlum bunlar kötü amcalar” diye tanıtmak doğru bir eğitim olmuş.

Zaten insan çocukken öğrendiklerinin büyük bölümünü aile içinde öğrenir ki buna da kısaca “aile terbiyesi” diyoruz.

Yalnız Erdoğan’ın bu sözlerinin, bir kafa karışıklığına yol açmaması için çocuğun bir süre televizyon haberlerinden uzak tutulmasında da yarar gördüğümü söylemeliyim.

Mesela 8 Mart gecesi kadınları döven, biber gazı sıkan polisleri görmediğini ümit etmek isterim.

Dünya yüzünde kadınlar gününde kadınları, onur gününde LGBTİQA+ bireyleri polisin dövdüğü tek ülke olarak dünya yüzünde seçkin bir noktada bulunuyoruz ve bunu da Erdoğan’a borçluyuz.

Anayasa Mahkemesi, daha geçen gün 1 Mayıs yürüyüşünün engellenmesi ile ilgili bir karar verdi.

1 Mayıs günü yürüyüş yapmak isteyenlerin Valilik kararıyla engellenmek istenmesi, buna karşı çıkanların da polis şiddetine maruz kalması ve bazı kişilerin tutuklanmasının Anayasa’ya aykırı olduğu ile ilgili bir karar bu.

Mahkemeye göre polisin, gösteri yürüyüşüne orantısız ve gereksiz müdahalesi, Anayasa’daki toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ihlali anlamına geliyor.

Yürüyüşün dağıtılması sırasında kolluk güçlerinin hukuka aykırı kuvvet kullanımı nedeniyle de kötü muamele yasağının ihlal edildiği sonucuna varılmış.

Kuşkunuz olmasın ki, 8 Mart’ta yürüyüş hakkı engellenenler mahkemeye baş vurduklarında da böyle bir karar çıkacak.

Türkiye’de rejimin, kitlesel protesto gösterilerinden korkusu artık paranoya derecesinde.

Bazı kişiler bunu Gezi protestolarına bağlıyorlar ama alakası yok. Gezi’den önce de 1 Mayıs’ta gösteri yapılmasını yasaklayan Erdoğan rejimiydi.

Daha önce de yazmıştım, tekrar yazayım.

Otoriter rejimlerin, kitlesel protesto gösterilerinden korkmaları yersiz.

Yale Üniversitesi’nden Milan Svolik’in araştırmasına göre 1945 – 2002 yılları arasında iktidara gelen ve sonra iktidardan gitmek durumunda kalan 316 baskıcı liderden sadece 32’si halk ayaklanması ile devrilmiş. Yaklaşık bir oran vermek gerekirse yüzde 10 gibi bir şey.

Baskıcı liderleri asıl korkmaları gerekenler, kendi yönetsel gruplarının içindeki hırslı tipler.

Bu baskıcı liderlerden 205’i, yani yaklaşık yüzde 70’i kendi içlerinden çıkan muhaliflerce devrilmiş.

Erdoğan’ın, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nu bu kadar hafife almaması gerektiğini gösteren bir istatistik bu.

UCLA’dan Barbara Geddes’in araştırması da bunu doğruluyor: Baskıcı liderler için tehlike, kendi iktidar gruplarının içinde yatıyor aslında, sokaklarda – meydanlarda değil.

Erdoğan’ın, 8 Mart yürüyüşünden korkması yersiz.

Ben onun yerinde olsam Süleyman Soylu ve Berat Albayrak’tan korkarım.

Onun için diyeceğim şu ki sokaklarda sakin ve barışçı gösteri yapan insanları polislere dövdürmekten vaz geçin, onların hiçbiri gerçek tehlike değil.

Savunmasız sivillere aşırı güç kullanan, şiddet uygulayan polis görüntülerini “kötü amcalar” diye hafızasına kaydeden çocuk büyüdüğünde, o kötü amcaların bazılarının da dedesinin adamları olduğunu öğrenirse yaşayabileceği travmayı düşünebiliyor musunuz?

—————————

Hayal dünyasında yaşayınca böyle oluyor

Bulgaristan Başbakanı Borisov, sığınmacı krizi nedeniyle Sofya’da Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in de katılacağı üçlü bir toplantı yapmayı önerince, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan şu yanıtı almış:

“Miçotakis’in olduğu yere gelmem ve onunla aynı fotoğraf karesine de girmem. İnsan hayatının bu kadar ucuz olmadığını bu siyasetçilerin bilmesi lazım.”

Meğerse o gün iki sığınmacı hayatını kaybetmiş, Erdoğan da bu nedenle üzülmüş ve Miçotakis’e küsmüş!

Bu küslüğü sadece Borisov’a söylemiyor, maiyet gazetecilerine de söylüyor ki dünya alem de bilsin, ne kadar yumuşak bir kalbe sahip olduğunu!

Türkiye’nin uluslararası ilişkileri uzunca bir süredir Erdoğan’ın kişisel dostluk ya da öfkeleri üzerinden yürüyor.

Mursi’yi devirdiği için Sisi’ye küs mesela. Sisi ile aynı yemek masasında oturmamak için Trump’ın yemek davetine de katılmadı. Oysa o masada başka ülkelerin devlet başkanları ya da başbakanları da vardı, oturup onlarla iki kelime etseydi boncukları mı dökülecekti?

Yunanistan, Türkiye’nin en uzun sınıra sahip olduğu komşusu ve şimdi komşunun Başbakanı’na küs.

Niye? Miçotakis’e insan hayatının bu radar ucuz olmadığını öğretmek için!

İyi de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin insanlığa karşı suçlar ve soy kırım suçlamasıyla aradığı Sudanlı El Beşir’in dünyadaki tek dostu da Erdoğan’dı.

El Beşir, 300 binden fazla insanın ölümü ve 2 milyon 700 bin kişinin etnik temizlik amaçlı göç ettirilmesinden sorumluydu.

İnsanın kendisiyle tutarlı olması bu kadar zor mu?

Hayatlarını kaybeden iki talihsiz sığınmacı için Miçotakis’e küstü ve onunla toplantıya katılmak istemedi ama İdlib’de 36 askerimizin ölümünden sorumlu Putin’in kapısının önünde dakikalarca bekletilmeyi sineye çekti.

Hangisi doğruydu? Putin’e bu terbiyesizliği nedeniyle kızıp çekip gitmek mi, oturup sorunları konuşmak mı?

Elbette oturup, konuşmak doğruydu.

Yunanistan, Türkiye’nin sınırlarından geçmesine izin verdiği herkesi ülkesine kabul etmek zorunda mıdır?

Sınırına hakim olamadın ya da bilinçli olarak kapıları açtın diye başkasından da aynı şeyi yapmasını nasıl bekleyebilirsiniz?

Elbette Yunan polisinin, çaresiz sivillere karşı aşırı şiddet kullanımını eleştirmeliyiz.

Ama bunu eleştirirken, kendi ülkesinde şiddetle alakası olmayan göstericileri polise dövdürtmeye ne ad vermeliyiz?

Öyle görünüyor ki Erdoğan’ın gerçeklik ile ilişkisi giderek daha da azalıyor.

Kendine hayali bir dünya yaratmış gibi sanki.

Bir yandan mazlumların savunucusu, diklenmeden dik duran adamı oynuyor, diğer yandan kendi ülkesinde en küçük hak talebine bile tahammülü yok.

——————————