“Çünkü sahip olduğu yazı takımı
Her zaman iyi durumda olmayan bir aşık
Silahsız savaşa gidip
Zafer bekleyen bir adamdır.”
Bu şiirin yazarını tanımıyor olabilirsiniz, ben de pek fazla tanımam aslına bakarsanız.
Bir kitapta okumuş, not etmişim. Profesyonel deformasyon işte böyle oluyor. “Sakla samanı, gelir zamanı” gibi!
Nitekim bugün zamanı gelmiş bulunuyor işte!
Geçen gün her birinin kişisel tarihimde bir anlamı olduğuna inandığım “nadide parçaları”, yani ıvır zıvırları koyduğum kutuyu karıştırırken elime geçen bir dolmakalem sayesinde yeniden hatırladım.
Kendisi Roger de Rabutin; aynı zamanda Bussy Kontu olur, bu şiiri de 1666 yılında yazmış.
Bussy Şatosu hala ayakta, yolunuz Fransa’nın Burgonya bölgesine düşerse “epoisses soslu Bresse tavuğu” yedikten sonra bu şatoyu da gezmenizi öneririm.
“Oeuf en meurette” de yiyebilirsiniz, bizim çılbırın, kırmızı şarapla yapılanı, bir tür lezzet bombası gibi; Burgonya’da başka türlü yapsalardı ayıp olurdu zaten!
Lafı uzatıyorum ama bir Burgon kontundan söz edince anılar gözümde, tatlar damağımda canlandı.
Biz üç arkadaş, Jeffi ve Mustafa ile Burgonya’nın en önemli şarap bölgesini boydan boya yürüdük.
Ünlü Burgonya şaraplarının üretildiği bağların yeni budanmaya başladığı bir mevsimdi.
Yürürken yaktığımız kalorileri de yerine böyle geri koyduk.
Koca “Rue de Grand Cru”yu bir haftada yürüdük, eve döndüğümde ben üç kilo fazlaydım!
Bir şişesi 25 bin doların üstünde fiyatlarla kolayca alıcı bulabilen Romanee Conti bağlarını da bu vesileyle gördüm.
Şarabını tadamadık ama bu bağı hiç unutamam.
Yaklaşık 50 santimlik taş bir duvarla çevrili bağın girişinde kapı filan yok.
İki karışlık taş bir levha koymuşlar; bağın kime ait olduğunu belirtiyor: Romanee Conti. Hemen yanındaki ikinci sac plakada da şöyle yazılı:
“Buraya neden geldiğinizi çok iyi biliyoruz. Bu parseli görme isteğinize saygı duyuyoruz. Ancak sizden hiçbir gerekçe ile bu duvarın ardındaki bağın içine girmemenizi istiyoruz.” Herkes bu nota saygı duyuyor, biz 3 Türk bile girmeye kalkışmadık, düşünün artık!
Yazının başında sözünü ettiğim dolmakalem Mont Blanc Meisterstück 149’un bende canlandırdığı anılar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçerken artık aşk mektuplarının yazılmadığını, her şeyin WhatsApp mesajlarıyla başlayıp, bittiğini düşündüm.
Oturup sıkı bir aşk mektubu yazmayacaksan, iyi bir yazı takımına neden ihtiyaç duyasın?
Benim yaşımdaki her insan gibi o yılları yaşadım, o mektuplardan yazdım.
Bizim ilk gençlik yıllarımızda her şey böyle bir mektupla başlardı.
Kızın karşısına direk dikilip, gönlünden geçeni yüzüne karşı söylemek hayli cesaret isteyen bir iş sayılırdı.
İlkokuldan sonra da parasız yatılı sınavını kazanıp, yatılı okula gitmiştim ne sınıfımızda ne de yatakhanede ilaç için dahi olsun bir tek yaşıtımız kız yoktu.
Kız öğrencileri kendi sınıfımızda görmek için lise bire kadar gelmemiz ve bu “garip duruma” alışmamız için bir sömestr geçmesini beklememiz gerekmişti.
Sınıfta biz yatılı oğlanlar ve gündüzlü kızlar iki ayrı ulusun çocukları gibiydik o ilk aylarda.
İlk aşk mektuplarını da işte o günlerde yazmaya başlamıştık. Mütalaa saatlerinde ders çalışıyormuş gibi yaparak yazılan ve çoğu muhatabına hiçbir zaman ulaştırılamayan aşk mektupları.
Mektubu sahibine ulaştırmak için elbette PTT kullanılamazdı. Ya vestiyerdeki bir paltonun cebine ya da sıranın gözündeki bir kitabın içine gizlice sokuşturulur, sonra heyecan içinde ertesi gün beklenirdi: Mektubu okuyan ne yapacak?
O yıllarda genel tavır, kızın gözlerinize sertçe bakarak elindeki mektubu göstere göstere yırtması ve gidip kapının arkasındaki çöp kutusuna atmasıydı.
Çok ender durumlarda aynı yolla bir yanıt mektubu alırdınız ve o yanıtın arkası teneffüslerde okulun bahçesinde yapılan uzun yürüyüşlerde gelirdi.
Ben ilk mektubumu böyle bir iklimde yazdım işte.
Bir hafta bütün mütalaa saatlerimi bu mektubu yazmak için harcadım.
Renkli mektup kâğıtlarına dünyanın parasını verdim ama hiçbirini “postalanmaya” değer bulmadığım için yırtıp attım. Sonra “dâhiyane” bulduğum bir fikir geldi aklıma.
O yıllarda deli gibi roman okurdum. Yatakhanedeki dolaplarda bulabildiğim bütün romanlardaki güzel sözleri önce bir deftere kaydettim. Sonra bir “yap – boz” çözer gibi bu sözleri anlamlı bir bütün haline getirdim.
Sonuç bence mükemmeldi. “Kankam” Bekir de benimle aynı fikirdeydi: Bu mektuba kayıtsız kalabilecek kız daha dünyaya gelmemişti!
Ülkenin ve dünyanın en büyük yazarlarına yazdırdığım bu edebiyat başyapıtı, ertesi gün öğlen yemek teneffüsünün sonunda bin bir parça halinde çöp kutusuna gitti.
Bugün dünya edebiyat literatüründe bu mektuptan bahsedilmiyorsa müsebbibi edebi eserlerin değerinden anlamayan siyah bukleli saçları alnına doğru dökülen yeşil gözlü bir kızdır; adı bende saklı, yeri de kalbimde artık çok küçülmüş olsa da ben ölene kadar saklı kalacak.
Büyüdükçe insanın “kendisi gibi olmasının” daha etkili olduğunu da öğrendim.
Çalıntı aşk mektuplarını bıraktım.
Sonradan kaldırıldı ama bizim zamanımızda bir de görgü kuralları ile ilgili bir ders vardı.
O derste başkalarının mektupların okumanın görgüsüz bir davranış olduğunu, ayıplanacağını öğrenmiştik.
O günden sonra elime geçen her yazılı kâğıt parçasını okudum, hafızam bu yüzden çöplüğe dönüşme tehlikesini taşıyor, bir tek başkalarının mektuplarını okumadım.
Bu nedenle tanınmış insanların (yazar, siyasetçi, oyuncu) başkalarına yazdıkları mektuplardan oluşturulan kitapları da uzun süre okuyamadım.
Başkalarının hayatlarının özel alanlarına onların izni olmadan giriyormuşum gibi hissettim.
Sonra bu aptal düşünceyi kafamdan silip attım.
İyi ki de atmışım, atmamış olsaydım Orhan Veli’nin “Yalnız Seni Arıyorum – Nahit Hanım’a Mektuplar”ını kaçıracaktım. (Yapı Kredi Yayınları)
Mektupları Orhan Veli, hayatının aşkı Nahit Hanım’a yazmış.
Her satırında derin bir aşkı, zaman zaman düşülen umutsuzluğu bulabilirsiniz.
Aşk ilişkisinin eşitsiz bir ilişki olduğunu düşünürüz.
Bir taraf, diğer tarafın kendisini sevdiğinden kolayca emin olamaz, daha az sevildiğini düşünür.
Bir tür “güvensizlik” diyelim. Ama bu karşılıklı bir duygudur aslında.
Her iki kişi de yeterince sevilmediğini düşünür. Bir bırakılma korkusu yaşar, maddi temelleri olmasa da kendisini buna kaptırabilir. İlişkiler zaten böyle zehirlenmeye başlar.
Mektuplardan anlıyorum ki Orhan Veli de büyük şairliğinin yanı sıra hepimiz gibi bir insanmış.
Şöyle yazıyor: “Bu mektubumu aldığın vakit her halde cevap ver Nahit. Birkaç şey olsun söyle. İstersen bana darıl. Senden cevap almadıkça yazamayacağım. Çünkü içimdekilerden başka hayatım yok.”
O günlerde mektuplar kaç günde gidip geliyordu, kim bilir.
Bir mektubunda Nahit Hanım, geciken mektuplardan şikâyet etmiş olmalı ki şöyle yazmış:
“Demek ki benden mektup beklediği bu yedi gün Nahit’e çok uzun görünmüş diyeyim. Ve tabii memnun olayım.”
O mektupların yazıldığı tarihten 20–25 sene sonra da, ben yatılı okuldayken bir mektubumun eve gitmesi ya da babamın – annemin yazdığı bir mektubun bana ulaşması bir haftayı buluyor, zaman zaman da geçiyordu.
Bütün o yanıtı bekleme süresi içinde âşık Orhan Veli’nin neler çektiğini hissedebiliyorum.
“Son zamanlarda mektuplarıma bu kadar çabuk cevap vermene sahiden çok seviniyorum” diye yazmış bir keresinde.
Bugün cep telefonundan atılan bir mesaja yanıt beş dakika gecikiyor diye sevgilisinin kendisini terk ettiği hezeyanına kapılanlar olduğunu da gayet iyi biliyorum.
Bu aşk durumunun olmaz ise olmaz bir sonucu.
Genç Werther’i yiyip bitiren duygu, belli ki Orhan Veli’yi de kendisine esir etmiş.
Çünkü âşıklar için her duygu, “sevilen kişi” ile ilgilidir.
O olmadan, yaşanan hayatın anlamı yoktur, her şey değerini yitirir, anlamsızlaşır.
En küçük bir olumsuzluk bile sevgilinin yitirilmekte olduğunu düşündürür, bitmek bilmez acılara, hezeyanlara neden olur.
Bu duygu aynı zamanda sevdiğin kişiye sonu gelmeyecek bir çaba içinde canlılık katmak, onu kafanda yeniden yaratmak sonucunu da yaratır ve ama aslında yarattığın şey de esasen kendi içindeki yaşama sevincidir.
Şöyle yazıyor Orhan Veli:
“Hayatımda böyle bir aşk bulunmasaydı, hayatım ne kadar boş bir hayat olacaktı. O boşluktan yalnız kendi içimdeki sevmek kabiliyetiyle kurtulamazdım. Çünkü hiç kimseyi seni sevdiğim kadar sevemezdim. Hiç kimseyi ne senin kadar güzel ne senin kadar iyi ne senin kadar mükemmel ne de senin kadar kendim için buldum.”
Ve büyük şairin bunca âşık iken sırf parasızlık nedeniyle sevdiğinden uzak kalışına da tanıklık ediyorsunuz.
“Bir pardösü, bir ayakkabı, bir de yol parası tedarik edebilirsem ilk fırsatta gelmek isterim. Gerçi bunları tedarik etmek pek o kadar kolay değil. Fakat bazı ümitlerim var. Belki yakın zamanda annemden bir miktar para alabileceğim.”
Bu şiiri de sanırım o günlerde yazmış:
“İçkiye benzer bir şey var bu havalarda; / Kötü ediyor insanı, kötü. / Hele bir de gariplik oldu mu serde, / Sevdiğin başka yerde, / Sen başka yerde…”
Pul parası bile bulamadığı için göndermekte geciktiği mektuplar var:
“Mektubumu ayın 27’sinde yazdım. Fakat parasızlık yüzünden ancak bugün atabiliyorum.”
Kitapta Nahit Hanım’ın bazı fotoğrafları da var ama birlikte çektirdikleri hiç fotoğraf yok.
Bunun nedeni parasızlık mıydı, yoksa o fotoğraflar kaybolup gitti mi, bilemiyorum. Ama keşke bir karede ikisini birlikte görebilseydim diye hayıflanmaktan da kendimi alamadım.
————————-
