Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan, “diktatörlük iddialarının tamamen safsatadan ibaret olduğunu gösterdik” dedi.
Erdoğan, 14 Mayıs seçimlerindeki katılım oranının yüksekliğini ve seçimin kazasız belasız bitmiş olmasını örnek gösteriyor.
Kendisini üzmek istemem ama şunu söylemek zorundayım: Türkiye’deki kadar dengesiz, devlet gücünün ezici bir şekilde muhalefet aleyhine kullanıldığı bir demokrasi gösteremeyeceğine iddiaya girerim.
Hangi demokraside, vergilerle finanse edilen kamu kanalları muhalefete iktidara ayırdığı sürenin onda biri kadar bile yer vermemiş?
Hangi demokraside, aynı anda 20 küsur kanaldan iktidar propagandası yapılabiliyormuş?
Hangi demokraside, devletin bütün imkanları iktidar partisinin propagandası için seferber edilirmiş?
Hangi demokraside, devletin polisi, valisi, hâkimi, savcısı iktidara oy istemek için seferber olmuş?
Onun için bu söyledikleri, incir çekirdeği kadar bile değeri olmayan boş laflardan ibaret.
Bugün dünyadaki rejimleri, saf demokrasileri bir uçta, saf diktatörlükleri diğer uçta gösterdiğimiz bir düz çizgi üzerinde işaretleyecek olsak, saf diktatörlük buluruz ama saf demokrasi bulmamız daha zor.
Bir ucunda Kuzey Kore, Çin, Suudi Arabistan, İran olan bu çizginin diğer ucuna Finlandiya, Yeni Zelanda filan gibi ülkeleri koyabiliriz.
Türkiye, demokrasiden çok uzakta, öbür uca daha yakın bir yerlerde duruyor.
Bir rejimin demokratik olup olmadığını anlamamız için yapılması gereken testler var.
Bunların başında “serbest seçimler” geliyor.
Türkiye bu konuda iyi bir yerde.
Seçime katılım serbest, hâkim gözetiminde ve siyasi partilerin yönetiminde gizli oy, açık sayım var filan.
Ama ondan sonraki testlerden geçer not alabilmemiz mümkün değil.
“Şehir Meydanı Testi” var mesela.
Başına bir şey gelmeden bir fikri açıklayabilmek, bunun için gösteri de dahil her türlü aracı rahatça ve başına bir şey gelme korkusu olmadan yapabilmek.
Bu testte, diktatörlüklere çok yakın çıkarız.
Daha geçen gün Cumartesi Anneleri bir kez daha dayak yedi, hangi demokraside barışçı gösteri yapanlar polis tarafından dövülerek göz altına alınıyorlar?
Şu iki soruda “a” mı işaretlersiniz, “b” mi?
1 – Türkiye’de basın, haberleşme ve bilişim sistemleri üzerinde, iktidarın denetleyici gücü var mıdır, yoksa bunlar özgürce faaliyet gösterebiliyorlar mı?
a) Evet, iktidar basın ve iletişim sistemleri üzerinde tam bir denetime sahiptir.
b) Evet, Türkiye’de basın özgürce faaliyet gösterebilir, iktidarın basın ve haberleşme sistemleri üzerinde bir denetimi yoktur.
2 – İfade özgürlüğünün durumu nedir?
a) Türkiye’de isteyen istediği her fikri, istediği her ortamda savunamaz, değişik yaptırımlar ile karşılaşabilir.
b) Türkiye’de isteyen istediği her fikri, istediği her ortamda savunabilir, başına da bir şey gelmez.
“A” yanıtları, Türkiye’nin “şehir meydanı testinde” sınıfı geçemediğini gösterir.
Bir demokrasi ile bir diktatörlüğü birbirinden ayıran bir diğer veri kuşkusuz ki yürütmenin eylem ve işlemlerini denetleyebilecek bağımsız yargının varlığı.
Türkiye’de yargı, hükümetin bir uzantısı durumunda.
Selahattin Demirtaş’tan tutun, Osman Kavala ve arkadaşlarının hapiste olmalarına kadar her şeyin nedeni bizzat Erdoğan’ın yargıya emir vermesi ve yargının da bu emri herhangi bir vicdani sorumluluk hissetmeden yerine getirmesi.
Seçimleri bağımsız ve tarafsız olarak yönetmekle görevli YSK bile “bakanların kamu görevlisi olmadığı” kararını verebildi.
Hangi demokraside hakimleri ve savcıları atayan kurumu, iktidar partisi belirliyor? Hangi demokraside yüksek yargıçları idarenin başı seçiyor?
Dr. Moghaddam, Diktatörlüğün Psikolojisi kitabında şöyle yazıyor:
“Diktatörlük – demokrasi sarkacı kavramını, bir ucunda saf diktatörlüğün ve diğer ucunda saf demokrasinin yer aldığı bir salınım olarak düşünebilirsiniz. Toplumların çoğu bu iki kutup arasında bir yerdedirler; kimi toplumlar katıksız diktatörlük kutbuna yakın dururken, kimi katıksız demokrasiye daha yakındır. Fakat kutuplardan hangisine yakın olunursa olunsun bu durumun değişebilir olduğu mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır; diktatörün balyozuyla ezilen bir toplum demokrasiye kayabileceği gibi, demokratik bir toplum diktatörlük ağına düşebilir de!”
Evet bugün Türkiye’deki rejimi “diktatörlük” diye tarif edemeyiz ancak bugünkü tek adam rejimini düzeltemezsek varacağımız yer orası olur.
Seçimde oyunuzu kullanırken aklınızda bulunsun.
——————————
Hüda Par’lılar ve Erdoğan’a “yemin kefareti” önerim!
Hüda – Par Sözcüsü Serkan Ramanlı, milletvekili yeminini yanlış bulduğunu açıkladı.
AKP’den milletvekili seçilen Ramanlı milletvekili yeminini edeceğini ancak metnin değiştirilmesi gerektiğini söyledi.
Ramanlı, “ideoloji üzerine yemin etmemek gerekir” dedi.
Önce yemin metnini hatırlatayım:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Türkçede kurulmuş en uzun cümlelerden biri bu olabilir, saydım tek cümlede 60 kelime! Gördüğünüz gibi metnin içinde “ve”ler, virgüller, noktalı virgüller kaynıyor!
Bu metin ile Hüda Par programı arasında ciddi bir uyumsuzluk olduğu çok açık.
Ancak Hüda Parlılar ve onlar gibi düşünen kimisi AKP’li, kimisi Yeniden Refah’lı, kimisi Saadetli, Gelecek Partili başka milletvekillerinin bulunduğuna da emin olabilirsiniz.
“Atatürk ilke ve inkılapları”, “hukukun üstünlüğü”, “laiklik” gibi kavramlarla başlarının hoş olmadığını biliyoruz.
Aynı şekilde baçı HDP milletvekilleri içinde de “milletin bölünmez bütünlüğü” kavramından hoşlanmayanlar olacaktır.
Buna rağmen 600 milletvekilinin hepsi, çoğu hatalı telaffuz ve vurguyla bu metni okuyup, yemin etmiş sayılacak ve sonra da bildiklerini okuyacaklar.
Aynı çelişkili durum Cumhurbaşkanı seçilirse, Erdoğan için de geçerli olacak.
O da hiç inanmadığı “Anayasa ve hukukun üstünlüğü”, “Atatürk ilke ve inkılapları”, “insan hakları”, “temel hürriyetler”, “görevi tarafsızlıkla yerine getirmek” üzerine yemin edecek.
Daha önce de bu deneyimi yaşadığımız için biliyoruz ki o yemini etmiş olması, durumu değiştirmiyor, bildiğini okumaya devam ediyor.
Çünkü arkadaşlar, bu yeminler “namus ve şeref üzerine” ediliyor ve böyle soyut kavramlar üzerine yemin etmek sadece ateistleri bağlıyor, bu arkadaşları etkilemiyor.
Acaba bunlar yeminlerini Kur’an – ı Kerim’e el basarak mı etseler?
Gerçi o da çok işe yarayacak bir şey gibi görünmüyor.
Türkiye Diyanet Vakfı’nın sitesinde yapılan açıklamaya göre bir Müslüman yeminini bozarsa, kefareti ödeyerek, günahından kurtulabiliyormuş.
Şöyle diyor:
“Yeminini bozan kişi zekat alması caiz durumda olan on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vererek veya on yoksulu sabah akşam doyurarak ya da giydirerek “Yemin Kefaretini” yerine getirebilir.”
“Türk Müslüman pragmatizmi” burada da karşımıza çıkıyor.
Sitede “yemin kefareti için on line ödeme olanağı” bile var.
Fitre hesabıyla yemin kefaretini ödemek isteyenler “sepete ekle” ya da “hemen bağışla” seçeneklerini de kullanabiliyorlar.
Yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmişlere “sepete ekle” seçeneğini öneriyorum.
Böylece istedikleri kadar yalan söyleyebilirler, boş vakitlerinde de sepet dolu mu boş mu bakarak, eksilen kefaret yükümlülüklerini yerine getirebilirler.
——————————–