Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, eli kulağında olduğu bilinen İstanbul Depremi için özel bir yasa yapacaklarını açıkladı. Bunun için TBMM olağanüstü bir toplantıya çağrılacak, İstanbul’un kentsel dönüşümü için hazırlanacak yasaların görüşülmesi sağlanacakmış.
Özhaseki’nin açıklamalarına göre İstanbul’da belirlenen rezerv alanlarda 300 – 350 bin konut yapılacak, Kanal İstanbul civarındaki rezerv alanlar da depremzedeler ve depremde ilk yıkılabilecek konut sahipleri için ayrılacak.
Özhaseki, İstanbul’daki 5 milyon 800 bin bağımsız birimden 1 milyon 500 bininin “riskli” olduğunu, 600 bin konutun “ilk etapta yıkılabileceğini” de söylüyor.
İstanbul gibi tarihi bir kentin depreme hazırlanması sadece rezerv alanlara yapılacak yeni konutlarla mümkün olmaz.
Risk altındaki bölgelerin bir bölümünün kentin eski mahalleleri olduğunu biliyoruz.
Buralardaki binaları yıkarak, içinde yaşayanları ya da sahiplerini kent dışındaki rezerv alanlarda yapılacak binalara taşımak, bu kentin özelliğini bozar.
Çünkü mahalle dediğimiz şey, binalar topluluğu anlamına gelmiyor.
Özellikle bu tarihi mahallelerde ve Boğaziçi’nde gerçekleşecek dönüşümün “yerinde” yapılmasının önünün açılması gerek.
Geçenlerde yayınlanan haberler, İstanbul’da yaşayanların artık eskisi gibi “karot” talebi olmadığını anlatıyordu.
Bu durumu “depremi çabuk unuttuk” diye yorumlayanlar da oldu.
Bunun nedeni İstanbul’da yaşayanların depremi çabuk unutması değil, bürokrasi ve inşaat maliyetleriyle baş edemeyeceklerini görmeleri.
Güçlendirme ve yenileme izinlerinin kolayca verilmediğini bilmek için insanlarla biraz konuşmak yeterli.
Yenileme ya da güçlendirme izinlerinde bürokratik işlemleri hızlandıracak, yolları kısaltacak bir kanun çıkacak mı?
Yenileme ya da güçlendirme bahanesinin arkasına saklanarak İstanbul’da yeni rant kapıları açmaya kalkışacak açık gözleri engelleyelim derken, namuslu vatandaşların önüne engeller çıkarılacak mı?
Öte yandan tersi de ciddi bir sorun: Namuslu vatandaşın işini hızlandıralım derken, kanunların arkasından dolaşmayı alışkanlık haline getiren açık gözlere gün mü doğacak?
İstanbul’daki birçok konut ve işyeri, zaman zaman ilan edilen imar barışları ile yasal hale geldi.
İmar barışı ile yasallaştırılmış binaların yıkılıp yeniden yapılması, kanuna göre mümkün değil. Aynı sorun bu tür binalarda güçlendirme izni almak konusunda da geçerli.
Yeni çıkarılacak kanunlar, bunları da göz önüne alacak mı?
Ayrı bir imar kanununa tabi Boğaziçi’nde ne olacak?
Öte yandan İstanbul’da binaları güçlendirme çabalarıyla ile ilgili olarak vatandaşların karşılaştığı en büyük sorun maliyetler.
Bazı bölgelerde bu işin fiyatının daire başına yüz – iki yüz bin dolara ulaştığı konuşuluyor.
Bu tür işler için kredi konusu çözülecek mi?
Yıkılma riski çok düşük olan bazı binaların da böyle bir kâr arayışı ile “güçlendirilmesinin şart olduğuna ilişkin” raporlar yazıldığı da konuşulan konular arasında.
Özhaseki’nin hazırlayacağı kanunlar, böyle temel sorunlara çözüm getirmek amacını mı taşıyor yoksa yeni inşaat alanları yaratarak müteahhitlere iş yaratmak mı hedefleniyor?
Kanun taslakları ortaya çıktığında anlayacağız.
—————————–
Biraz da gülelim
CHP Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem:
“Kılıçdaroğlu’nun adaylığı için imza toplayacağız, kabul etmesini umuyoruz.”
——————————
Sorun sınıfsal, çözümü de öyle olur!
OECD araştırmasına göre Türkiye’deki ailelerin yüzde 70’inden fazlası geçim sıkıntısı yaşıyor.
Araştırma, ailesini geçindirmekte en çok zorlanan ebeveynlerin Türkiye’de yaşadığını ortaya koyuyor.
Türkiye’yi takip eden ülkeler Şili ve Meksika.
Türkiye’de 2 milyon 90 bin 359 kişi yetersiz besleniyor.
1 milyon 251 bin 285 çocuk, yetersiz beslenme nedeniyle bodur.
Birleşmiş Milletler 2023 Sürdürülebilir Kalkınma Raporu’na göre Türkiye 72. Sırada.
Ve yaşadığımız ekonomik gerçekler gösteriyor ki bu ekonomik politikalarla bu tablonun kısa vadede düzelebilmesi de mümkün değil.
Enflasyonu çift haneleri aşmış, gelir dağılımı insafsızca bozulmuş bir ülkede yaşıyoruz.
Türkiye, nüfusunun beşte biri milli gelirin yüzde 48’ini alıyor. Nüfusun ikinci beşte biri de gelirin yüzde 20’sine sahip.
Geri kalan beşte üçlük kesim ise açlık sınırında ya da altındalar.
Maaş ve ücret gelirleriyle yaşayanların milli gelirden aldıkları pay önceki yıla göre 0,9 puan azalırken, “sermaye sınıfının” geliri 3,5 puan arttı.
Bütün bunlar tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor ki Türkiye’nin temel sorunu etnik ya da kültürel meseleler değil, sınıfsal.
Ve seçim süreci boyunca muhalefet partilerinin bu sorun üzerine konuştuklarını duymadık.
Muhalefet koalisyonunun değişik renklerdeki milliyetçi ve İslamcı partileri sorunu ve çözümünü bu çerçeve içinde ortaya koyamazlardı. İdeolojik olarak bunu yapabilmeleri mümkün değildi.
Bunu yapabilecek olan CHP ve HDP idi onlar da etnik ve kültürel meselelerin dışına çıkmayı başaramadılar.
CHP daha da kötüsünü yaptı, bu sorunu yaratan sağ partilere benzemeye gayret etti.
Milli gelirin yüzde 30’una talim eden nüfusun yüzde 60’ının sorunu ortak. Başı örtülü olsa da olmasa da; tarikatçı da olsa Alevi de; Kürt de olsa Türk de olsa aynı sorunu yaşıyor.
Ve görüyorum ki CHP, içinde bulunduğu sıkışmışlıktan isimleri değiştirerek kurtulabileceğini zanneden hayal perestlerin bir araya geldiği bir parti olmaktan ileri gidemiyor.
——————————