Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Katili yakalamak istemiyor olmalılar

Katili yakalamak istemiyor olmalılar

İstanbul Sancaktepe’de ormanlık alanda bulunan kimliği belirsiz erkek cesedinin, katili yakalandı.

Olay yeri inceleme ekipleri, parmak izinden kurbanın kim olduğunu buldular.

Ve bu ip ucu çekilmeye başlanınca da olay aydınlandı.

Kurbanın İstanbul’da görüştüğü kişilerin ifadeleri, kullandığı sosyal medya hesapları ve Plaka Tanıma Sistemi ve Yüz Tanıma Sistemi üzerinden öldürülmeden önceki iletişimleri ve hareketleri belirlendi.

Şüpheli dört ayrı adreste yapılan aramanın ardından kurbanın eski kız arkadaşının katil olduğu, cesedi babasının yardımıyla ormanlık alana attığı anlaşıldı.

Gördüğünüz gibi Türkiye’de emniyet güçleri, bu tür olaylarda her türlü ipucunu kullanarak suçluları saklandıkları delikte bulup, kısa sürede yakalayabiliyor.

Bu açıdan son derece başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Nitekim bu olayda da İstanbul Jandarma ekiplerinin tebrik edilecek başarısı var.

Geçtiğimiz hafta yaşanan bu ilginç örnek olayı anlattım çünkü eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in katili hâlâ ele geçirilebilmiş değil.

Katilin Eray Özyağcı isimli bir sabıkalı olduğu biliniyor.

Eşkâli, fotoğrafı, parmak izi polisin kayıtlarında mevcut.

Suikastin ardından motosikleti kullanan Vedat Balkaya tarafından Ankara’nın Gölbaşı ilçesine bırakıldığı biliniyor.

MHP Milletvekili Olcay Kılavuz’un da kullandığı bir evde gözaltına alınan ve sonra “dosyası boş” denilerek sorgulanmadan serbest bırakılan eski Ülkü Ocakları Genel Merkez yöneticisi Tolgahan Demirbaş tarafından Ankara dışına çıkarıldığına ilişkin iddialar da var.

Kimliği belirsiz bir cesedin kimliğini ve katilini, Yüz Tanıma Sistemi, Plaka Tanıma Sistemi gibi teknolojik olanakları da kullanarak kolayca belirleyen Emniyet güçleri, bu katilin nerede olduğunu nasıl oluyor da bulamıyor?

Katilin Ankara’dan nasıl çıkabildiğini, kimin bu işte yardımcı olduğunu, oradan nereye gittiğini hala bilemiyor olmaları mümkün mü?

Yoksa Emniyet güçleri de MHP Genel Başkanı gibi mi düşünüyor:

“Tek bir ülküdaşımı ezdirmeyeceğim; sonu ölüm de olsa surda gedik açtırmayacağız.”

Böyle düşünüyor olmaları çok daha güçlü bir ihtimal olarak ortaya çıkıyor.

Çünkü günümüzde, adına güvenlik kamerası denilen sistemin en yaygın kullanıldığı ülkelerden birisi Türkiye.

İstanbul, bu alanda Dünya çapında 42. sırada bulunuyor.

İstanbul’dan önce gelen 41 kentin ya Çin ya da Hindistan kentleri olduğunu, nüfuslarının İstanbul’dan misliyle büyük olduğunu da ekleyeyim.

Bu sisteme entegre edilmiş yüz tanıma ve plaka tanıma sistemleri açısından da Batı dünyasında eline su dökecek ülke yok.

İçişleri Bakanı’nın daha önce yaptığı açıklamalardan bu sisteme “Dinamik Denetleme Modeli” adı verildiğini de biliyoruz.

“Dinamik Denetleme Modeli” adını verdikleri sistem, sokaklarımızı, caddelerimizi gözetleyen devlete ait kameralar sisteminin, “yüz tanıma sistemi” ve “plaka tanıma sistemi” ile birlikte çalıştırılmasından oluşuyor.

Bu sistemin nasıl etkin çalıştığını da pandemi yasakları sırasında Sapanca’da yürürken maske takmayan sıradan bir vatandaşa bile polisin idari para cezası yazabilmesinden öğrenmiştik.

Hatırlarsınız, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 16 Eylül 2020 günü yaptığı açıklamada bu sistemi övmüş ve bunun Cumhurbaşkanlığı’na da bağlanacağını açıklamıştı.

“Güvenlik ve Acil Durumlar Koordinasyon Merkezi Başkanlığı” adıyla bir merkez de kurulduğunu söyleyen Soylu, “Türkiye’nin bütün lokasyonlarını, bütün kameralarını, asayişini ve trafiğini bağladığınız ve hakikaten buradan da Cumhurbaşkanlığındaki ilgili birime aktarabileceğimiz olağanüstü bir mekanizmayı ortaya koyuyoruz” demişti.

Teknolojik olarak böylesine gelişmiş bir sisteme sahip Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın, bir siyasi cinayetin tetikçisini takip edememesi, hangi deliğe girdiğini bulamaması hafif bir deyimle “düşündürücü” olmalı.

“Düşünerek” yazıyorum çünkü memlekette at izi, it izine karışmış durumda.

Böyle olmasaydı yekten kuşkumuzu ifade ederdik: Polis, tetikçiyi yakalamak istemediği için mi yakalamıyor?

—————————–

“Müdebbir tüccar” nasıl davranırdı?

Halkbank, kredi borcuna karşılık devraldığı Sapphire binasının 147 bağımsız biriminin aradan üç yıl geçtikten sonra eski sahibine satılması ile ilgili eleştirileri yanıtladı.

Bunlardan birini de 13 Ocak Cuma günü T24’te ben yazmıştım. (“Şeytan Bunun Neresinde” başlıklı yazı.)

Halkbank bu olayın kendi açısından nasıl göründüğü ile ilgili KAP’a bir açıklama yaptı. Bu metin T24’te de yayımlandı.

Banka özetle diyor ki “bu binayı döviz olarak alıp, satmadık. TL borcuna karşılık devraldık, TL olarak rayiç bedelin “oldukça” üstünde sattık: “Güncel satış tutarı, gayrimenkullerin edinim değerinin oldukça üzerindedir.”

Bu “oldukça” kavramına takıldım ben de.

Bu meslekte yönetici olarak geçirdiğim yıllarda bir yönetim kurulu toplantısında “bu yıl oldukça kar ettik” diye bir açıklama yapmış olsaydım, başta patron olmak üzere, bağımlısı bağımsızı bütün üyeler yüzüme karşı kahkaha atarlardı.

“Oldukça” bir miktar ifade etmiyor çünkü.

Banka kaça almış, kaça satmış, ne kadar kâr etmiş? Önemli olan somut rakamlar.

Bildiğimiz kadarıyla binadaki 147 bağımsız birim (daire, işyeri ya da dükkân), Kiler Grubu’nun Halkbank’a olan 583 milyon liralık kredi borcuna karşılık olarak 2019 yılında devredildi.

2023 yılında da 905 milyon liraya Kiler Grubu’na yeniden satıldı.

“905 milyon TL eksi 583 milyon TL eşittir 322 milyon TL kâr” mı demeliyiz?

Kusura bakmayın ama müdebbir bir tüccar buna kâr demez.

Koskoca bankacıların, aradan geçen 3 yıllık enflasyon ve döviz kurlarındaki artışın ardından böyle bir kâr açıklaması yapması da ayıp kaçıyor.

O tarihte bu kadar parayla dolar alıp bir kasaya koysaydık, 102 milyon dolarımız olurdu.

Bu parayı hiç çalıştırmadan, faize vs. koymadan kasada tutsaydık, bugün de 102 milyon dolarımız olurdu.

Bugün binayı satıp aldığımız TL’yi dolara döndürdüğümüzde elimizde 48 milyon dolar olabiliyor.

Kâr bunun neresinde, şeytan bunun neresinde?

Ve Halkbank’ın açıklaması şöyle bitiyor:

“Bankamızın güven ve itibarını sarsacak nitelikte haksız haber ve yorumların yapılması, Bankacılık Kanunu’nun, ‘İtibarın Korunması’ başlıklı madde hükümlerine de aykırılık teşkil etmekte olup gerçeği yansıtmayan açıklamalar hakkında her türlü hukuki ve cezai haklarımızı saklı tuttuğumuzu beyan ederiz.”

Ödüm nasıl koptu anlatamam!

Benden duymuş olmayın ama “bankanın güven ve itibarından” kimlerin sorumlu olacağı ile ilgili bir sıralama yapsak banka yöneticilerini birinci sıraya, biz gazetecileri son sıraya yazmamız gerekir!

——————————–