OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Mutluluğun formülü çok açık

Geleneksel yıl sonu Global Mutluluk Anketi sonuçlarına göre 2022 yılında, 2021 yılına göre daha da mutsuz olmuşuz.

Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 34 ülkede, 36 bine yakın kişiyle yapılan araştırmaya göre; insanların yüzde 54’ü “çok mutlu” veya “mutlu” imiş.

Cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz ama mutluluk oranımız geçen yılın 5 puan altında.

Bu düşüşe kim neden oldu derseniz, malum şahsa işaret etmeyeceğim.

Goethe’ye göre “üzüntüler daima kılık değiştirerek insanın karşısına çıkıyor.”

Yani geleneksel olarak mutsuz bir ülke haline dönüşmüş olmamızdan bir tek kişi sorumlu olamaz.

“Geleneksel mutsuz” dedim, yıllardır bu araştırmaları takip ederim daha birinde bile “dünyanın en mutlu insanları Türkler” gibi bir başlık görmedim.

Hatta mutluluk endekslerinde ilk ona girdiğimiz bile vaki değil.

Zaten sokaklarda yürürken bile durumu görebilirsiniz: Asık yüzlü insanlar, sıkıntılı sıkıntılı ileri geri gidip geliyorlar!

Maçlarda takımımız gol attığında bile yüzümüzdeki ifade ve çıkardığımız sesler, sevinçten daha çok, Arena’da rakibinin kafasını kesmiş ve yüzü gözü kanlar içinde kalmış gladyatörün zafer çığlığına benziyor!

Bu son araştırmaya göre Türkiye’de mutluluk oranı kadınlarda yüzde 30 iken, erkeklerde yüzde 44 olmuş.

Yüz kadından 70’ini mutsuz eden neden de her halde erkekler olmalı.

Belli ki kendisi mutlu olduğu halde eşinin, kızının, sevgilisinin mutlu olması için çaba göstermeyen hatırı sayılır bir erkek grubu var.

Bunu bilir bunu söylerim, her mutsuz kadının arkasında bir erkek vardır!

Kanada’daki British Columbia Üniversitesi’nin bir araştırmasının sonuçları geçtiğimiz kasım ayında yayınlanınca, “tamam” demiştim, “bu işi çözdüm”!

Araştırma, 3 düşük gelirli ülkeden (Brezilya, Endonezya ve Kenya) ve 4 zengin ülkeden (Avustralya, Kanada, ABD ve Birleşik Krallık) 300 katılımcı ile gerçekleştirildi.

Deneklerden 200’ünün hesabına 10 bin dolar yatırıldı.

Altı ay süren bir izleme sürecinin sonunda para alan gruptakiler, parayı nasıl harcadıklarından bağımsız olarak kendilerini daha mutlu hissettikleri söyledi.

Şimdi herhangi satın alma davranışının daha fazla mutluluğa yol açıp açmadığı inceleniyor.

Belli ki araştırmacı kardeşlerimizin işi gücü yok, bunlarla uğraşarak maaşlarını hak etmeye çalışıyorlar.

Oysa bana sorsalardı da direk aynı sonucu söyleyebilirdim ve bu işi sadece beş bin dolara çözebilirdim.

Yazıyı yazmaya başlamadan önce internetten piyango biletlerimi kontrol ettim.

Evet, “biletler”!

Şu anda ne kadar mutsuz olduğumu görebiliyor musunuz bilmiyorum ama bir şey çıkmadı.

Böylece kendi başıma bir deney daha gerçekleştirmiş oldum.

Bu da ne derseniz, bilim her türlü sonucu mümkün kılabiliyor.

Profesyonel bir yılbaşı bileti satın alıcısı olarak bu konudaki bütün araştırmaları takip ederim ve işte bir başka araştırmanın sonucu:

Sonja Nissle ve Tom Bschor isimli iki akademisyenin dört yıl süren bir araştırmanın sonucunda yazdıkları makalenin başlığı şu: “Büyük ikramiyeyi kazanmak ve depresyon: Para mutluluğu satın alamaz.”

Leb demeden leblebiyi anlayacak zekada olduğum için elbette bütün o araştırmayı okumadım. Özetini “International Journal of Psychiatry in Clinical Practice” isimli bilimsel dergide buldum.

Ayrı zamanlarda piyangodan büyük ikramiyeyi kazanan ve hemen ardından depresyona giren iki kadın hastanın dört yıllık takibinin ardından yazılmış bilimsel bir makale bu.

Benim anlayabildiğim özeti de şu: Büyük ikramiye kazanmak gerçeklik algısının çarpılmasına yol açıyor ve gerçeklik algısının çarpılması, insanı depresyona sokabiliyor.
Bunu okuduktan sonra ‘araştırmacı gazetecilik’ hevesim depreşti.
Bu kez “Piyango talihlileri ve kaza kurbanları: Mutluluk göreceli mi?” başlıklı bir başka makale buldum.

Bu üç bilim insanının araştırması, piyangodan büyük ikramiye kazanan 22 kişi ile piyangodan hiç para kazanmamış 22 kişilik bir kontrol grubu ve geçirdikleri kaza sonucunda felç olmuş 23 kişinin izlenmesi ile gerçekleşmiş.
Yüz yüze görüşmeler ile yürütülen araştırmada, piyangodan büyük ikramiye kazananların, hiç kazanmamış kontrol grubundaki kişilerden daha mutlu olmadıkları ortaya çıkmış.

Hatta birçok küçük olayda, ikramiye sahipleri daha az mutlu olmuşlar.
Kaza geçirerek felç olanlar için de benzer bir sonuç ortaya çıktığını söyleyerek bu konuyu kapatayım ki, piyangodan ikramiye kazananlar tarafından ‘kıskançlık’ ile suçlanmayayım.
Görüyorsunuz bir bilimsel araştırma “parayla saadet olur” derken, diğer iki araştırma “parayla saadet olmaz” diyor.

En mutlu olduğumuzu zannettiğimiz an, belki de mutsuzluk uçurumunun hemen kıyısında durduğumuz ve dengemizi yitirerek aşağıya düşmeye başlayacağımız andır.

Sizleri karamsarlığa sürüklemek istemem ama sanırım asıl sorun, yukarıda sözünü ettiğim ikinci araştırmanın sonucunda: Gerçeklik algısının kaybı!
Bunu psikiyatrik bir kavram olarak kullanmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Borderline (sınırda) kişilik bozukluğu türünden bir hastalıktan da söz etmiyorum.
İnsanın yaşadığı gerçeği görmesi, tevekkül ile değil ama bilinçli bir şekilde o gerçeği kabul etmesi bana sanki mutluluğa doğru atılan ilk adım gibi geliyor.

Şimdi yazının başında Goethe’ye referans verip sonra bu alıntıyı yapmam ne kadar yakışık alır bilmiyorum ama Altan Çetin Bey’in yazıp, İzel Hanım’ın seslendirdiği şarkıya göre “mutluluğun formülü çok açık!”

Ve de gayet basit: Bir sen, bir ben, bir de bebek!

Bu “bebek” kelimesini, kendi başına hiçbir iş yapamayan, sürekli gürültü çıkararak annesine gece uykularını haram eden bir varlık olarak algılamayın derim.

Evet bir bebek her eve mutluluk getirir derler ama, aması da var!

Bu “bebek” kelimesini Bebek’te bir yalı, Bebek’te bir akşam yemeği, Bebek’te bir akşamüstü içkisi gibi anlar ve onun gereklerini yerine getirirseniz, mutluluğun tarifinde neyin “çok açık” olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz.
İzel Hanım’ın da isabetle buyurduğu gibi mutlu olmak için önce bir tane ‘sen’ ve bir tane de ‘ben’ gerekiyor!

Sonra isterseniz bebek de yapabilirsiniz tabii ama önce bebek olmadan birlikte mutlu olmanın yollarını bulmalısınız.

İşte tam bu noktada dev bir hizmeti ayaklarınıza getirmiş olmanın haklı gururu içindeyim.

Bir seçim konuşmasında kullanılabilecek bu kalıp (“filanca işi yapmanın haklı gururu içindeyim” kalıbı yani) çok hoşuma gidiyor, onun için burada yazıvereyim dedim.

Siyasete girme niyetim yok çünkü, kimse bana bir günde o kadar çok çay içiremez, bu nedenle siyasette şansım da yok zaten.

New York Times’ın Well masası mensuplarının hazırladığı ve yılbaşından hemen sonra yayınladığı “sihirli mutluluk reçetesi”, güçlü insan ilişkilerinin mutlu bir yaşamın anahtarı olduğu varsayımı üzerinden hazırlanmış.

Hayattan aldığımız tatmin duygusu, zenginlik, yüksek IQ veya içinde bulunduğunuz sosyal sınıftan daha çok, insanlarla bağlarımızın sağlamlığı ile ilgili.

Şimdi sizi bir deney bekliyor. Bir arkadaşınızı arayın ve bir gün, saat tespit edin. Bu randevu toplam 8 dakika sürecek bir telefon konuşması yapmanız için. Ne daha az ne daha çok.

New York’ta bir psikoterapist olan Claudia Glaser-Mussen, sevilen birinin sesini duymanın “duygusal olarak düzenleyici olduğunu” söylüyor.

Ancak unutmayın ki rahmetli anneannemin de sıkça bana hatırlattığı gibi “her şeyin azı karar, çoğu zarar!”

Yani “mutluluktan ölmeyi” hayal dahi etmeyin çünkü gerçekten ölebilirsiniz.

Japonya’da ahtapot avlamak için “tako tsubo” ismi verilen bir çömlek kullanılırmış.

Bizim Ege’de balık avlamak için kullanılan “sepet” gibi bir şey bu.

Ağzı dar, gövdesi genişçe seramik bir vazoya benziyor, denizde uygun bir yere koyuyorlar, ahtapotlar da içine girince çıkamıyorlar.

Ani stres, aşırı üzüntü filan gibi durumlarda gelişen kalp krizlerinde kalbin sol karıncığının bu ilginç çömleğe benzediği anlaşılmış.

Bunu bulan Japon Dr. Hitari Sato olduğu için bu kırık kalp sendromuna “Tako Tsubo kardiyomiyopatisi” deniliyormuş!

100 vakadan 96’sında aşırı stres ve üzüntünün, dördünde ise aşırı mutluluğun bu duruma neden olduğu tespit edilmiş.

Tabii bunu okuyunca hemen notumu verdim: Bu dört kişinin mutlu olmaktan rahatsız olan bir ruh yapıları olmalı!

Böyle insanlar vardır hepimizin tanıdığı.

En mutlu olması lazım gelen zamanda bile huzursuz olacak bir ayrıntı bulurlar kendilerine.

Eğlenilerek, yenilip, içilerek geçirilen gecelerin sabahlarında aynaya bakıp kendi kendisine kızanlardan mısınız, bilemiyorum.

Bu tiplerin sayısı hiç az değildir.

“Niye öyle yaptım, niye öyle ulu orta konuştum, niye çıkıp şarkı söyledim, o kıza durduk yerde niye yazdım, kendisini de bir şey zannetti” gibisinden iç fısıltılar eşliğinde, kızgın gözlerle aynada kendisine bakanlardan söz ediyorum.

Bunun kökleri çok eskilere gidiyor arkadaşlar, dinler tarihine kadar uzanıyoruz!

İstisnasız tüm dinler için aynı şey geçerli.

Ve şimdi siz istediğiniz kadar “ben ateist oldum, bunları kafama takmıyorum artık” deyin, o peşinizden gelir.

Binlerce yıllık genetik mirası, iki kitap okudunuz diye silebileceğinizi mi zannediyorsunuz?

Zaten bildiğimiz gibi tek tanrılı dinler öncesinde de böyle çok eğlenceli geceler geçirmek mazur görülmezdi.

Seneca, zevkin sadece eğlence mekanlarında yuvalanan aşağılık kölelere layık bir duygu olduğuna inanırdı mesela.

Zevklerden ibaret bir mutluluğun asla kalıcı olamayacağını savunurdu.

Adamcağızın Neron’un akıl hocası olduğunu da söyleyeyim de ne kadar bahtsız olduğu iyice ortaya çıksın.

Sokrates ondan da 400 yıl önce arzularını giderip, mutlu olmak için yaşayan bir adamın dipsiz bir kuyuya düşmekte olduğundan söz eder.

“Hep daha fazlasını” isteyen birisinin mutlu olamayacağını söyler.

İnsanlar, arzularını kesinlikle ve tamamen tatmin edebilecekleri şeylerle sınırlamazlar.

Mesela Ayşe, sevgilisinin ona zamanlı zamansız bir buket çiçek almasından mutlu oluyor diyelim.

Oysa Ayşe’nin arzuları, istekleri bununla sınırlı değildir.

Sevgilisi olacak o sersem çocuk böyle olduğunu zannederse, “o kadar çiçek aldım hala mutlu edemedim” diye boşuna düşünür, yanıt bulamayınca bir de utanmadan kadınları suçlar: Kadınları anlamak ne mümkün!

Oysa kadınları anlamak niye zor olsun, bunlar burjuva aldatmacaları, kaptırmayın kendinizi!

İnsan, diğer canlılardan farklı olarak hayal gücüne sahiptir.

Kendisi ile ilgili gelecekler tasarlayabilir, sanki bu tasarladığı şey gerçekmiş gibi kendisini o tasarımın içine yerleştirebilir.

Hayalleri olmayan bir insan düşünülemez. Yaşıyorsa elbette!

Hobbes, arzuların ancak ölümle sonuçlanabileceğini söyler, tatmin edilen bir arzu, yeni bir şeye arzu duymak için başlangıçtan ibarettir.

Normal şartlar altında bir Doblo satın alabilse çok ama çok mutlu olabilecek bir kişinin, eline fırsat geçtiğinde Maybach’lardan inmemesinin, saraylara sığamamasının, özel jumbo jetlerde tek başına seyahat etmesinin, hep en büyüğünü istemesinin nedeni de budur.

Nereden çıktık, nereye geldik?

Dilim daha fazla uzamadan kendi özgür irademle burada kesiyorum ki bir mutsuzluk yaşamama yol açmasın!

——————————-