Madame de Prie’yi tanımazsınız. Ben de tanışmamıştım, zaten bu mümkün de değildi. Bunun için 250 yıl önce doğmam gerekirdi.
Düşünün artık, Hasan Cemal’den bile yıllar önce doğmuş olmam lazımdı! Birden sırtımın ürperdiğini söyleyeyim, tahtaya da vurdum tabii.
Madame de Prie, ilerlemiş yaşına rağmen bugünkü deyimle “gideri olan” bir kadındı.
Bunun cinsiyetçi bir ifade olduğunun elbette farkındayım.
Ümit ediyorum ki editörüm bu cinsiyetçi ifadeyi değiştirmez. Biliyorsunuz bu durum editörler dünyasında artık bir iktidar gösterisine dönüştü.
Agatha Chiristie’den tutun da Roald Dahl’a kadar birçok yazarın kitapları şimdi “gözden geçiriliyor”!
Modern faşizmin vücut bulmuş hali de diyebilirim, yazıldıkları dönemde suç ya da ayıplanacak şeyler olmayan kelimeler değiştiriliyor, bugün genel kabul gören zihniyete uyarlanıyor.
Evet, bunu açık bir faşizm olarak görüyorum.
İfade özgürlüğünü “bugünkü değerler çerçevesinde” kullanacak isek ortada ne bir yazar kalırdı ne de bir filozof.
Beğenmediğiniz ifadeleri kullanan, fikirleri savunan yazarları okumazsınız, sorun böyle çözülür. Hiç okunmayan kitap, bir daha basılmaz, tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya mahkûm olur.
Bu konuya ilerde yine döner, üzerinde sohbet ederiz.
Madame de Prie, Stefan Zweig’ın, “Bir Çöküşün Öyküsü” isimli uzun hikayesinde yarattığı bir karakter.
Ancak edebiyat tarihçileri bu kurgu karakterin XV. Louis döneminde Fransa’da gerçekten yaşamış bir kadından mülhem olduğunu da yazıyor.
Sarayın renkli simalarından Madame de Prie, sevgilisi Bourbon Dükü’nün devlet işlerinden el çektirilmesinin hemen ardından Saray’dan uzaklaştırılır.
Sarayı terk ederek, Normandiya’da kendisine ait Courbepine malikanesine çekilecek ve Paris’ten uzak duracaktır.
Sevgilisi nedeniyle kullandığı iktidar gücünden ve Saray’ın hareketli, eğlenceli hayatından uzaklaştırılan bu kadın aristokrat, Normandiya’da günlerini nasıl geçireceğini bilmediği bir sürgüne gider.
Oysa Saray’daki iktidar savaşları, en yakınlarının bile arkasından çevirebildiği entrikalar ve ertesi günü düşünmeden yaşanan eğlenceli hayat, Madame de Prie için “hayatın ta kendisi” demektir.
Normandiya’daki malikanesinde düzenlediği gösterişli eğlenceler ile Paris’teki Saray yaşantısını kendisiyle birlikte sürgüne getirmeye çalışsa da artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.
Türlü vaatler ve zenginliğiyle edindiği genç sevgililer de derdine derman olmaz.
Giderek mantıklı düşünme yetisini de kaybeder ve Paris’in dikkatini bir kez daha üstüne çekebilmek için çılgın bir harekete girişir.
Hikâyenin devamını Zweig’ın “Bir Çöküşün Öyküsü” isimli kitabında okuyabilirsiniz. (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Çeviren: Regaip Minareci.)
Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin sergüzeştini izlerken nedense aklıma hep Madame de Prie geliyor.
“Nedense” diyorum ama aslına bakarsanız “neden” olduğunu da biliyorum.
Yazarlık böyle bir şey işte. Bazen yanıtını bildiğiniz şeyleri bile sanki bilmiyormuş gibi yaparak bir öykü kurgulamak gerekebiliyor ki şu andaki kişisel pozisyonum da tam olarak bu.
Muharrem İnce’ye bakınca, karşımda Madame de Prie’nin 250 yıl genci ve erkeğini görüyorum:
Bir dönem yaşadığı ve tadına doyamadığı bir yaşamı arayan ama bu arada o yaşamın merkezinden çok uzaklara biraz da kendi hatalarıyla sürgüne gönderilmiş bir ortaoyunu karakteri.
Muharrem İnce, bir önceki seçimde halkımızın üçte birinin sevgisini ve oyunu kazanmış bir politikacı. Şu anda bende uyandırdığı izlenim daha çok bir orta oyunu karakteri olduğu.
Orta oyunundaki “Kayserili” ve “Laz” karakterinin bir ortalaması gibi.
Orta oyununda Kayserili, “kurnaz, pişkin ve açıkgöz”, Laz ise “soluksuz konuşan, çabuk kızan, çabuk yatışan” bir tipleme.
İnce de aynen böyle, “Kayserili bir babadan ve Trabzonlu bir anneden doğmuş Madame de Prie” gibi!
İnce’nin neden Cumhurbaşkanı adayı olduğuna ilişkin rivayet muhtelif.
Bir politikacı, kazanamayacağı bugünden belli bir seçime niye girer? Sorumuz bu.
Ben kanıtlanamayacak böyle iddialara yüz vermem.
Ama soru aynı: Bir politikacı, kazanamayacağı bugünden belli bir seçime niye girer?
En iyimser araştırma bile İnce’ye yüzde 10 civarında bir oy veriyor. Ben iddiaya girerim, yüzde 3’ü geçemez.
Yani bırakın seçilmeyi, ikinci tura kalması bile mümkün değil.
Ancak alacağı oy Kılıçdaroğlu’nun seçilmesini engelleyip, Erdoğan’ı üçüncü kez Saray’a taşıyabilir.
İnce’ye önceki seçimlerde oy verenlerin istisnasız tümü Erdoğan’ın bir kez daha Cumhurbaşkanı seçilmesini Türkiye’de laik demokrasinin sonu olarak görüyor.
Yani 15 Mayıs sabahı, seçim İnce yüzünden ikinci tura kalır ve 28 Mayıs gecesi Erdoğan bir kez daha balkonda zafer konuşması yaparsa seçimin iki mağlubu olacak.
Birisi Kılıçdaroğlu, diğeri İnce!
İkisi de insan içine bir daha çıkamayacak.
İkisinin de bir kez daha siyasi bir şansı olmayacak.
İkisi de gelecekteki siyasi değişimlerde rol alamayacak.
Bu tabloda Kılıçdaroğlu’nun pozisyonunu anlamak mümkün.
Memleketin en az yarısını temsil eden bir ittifakın adayı, araştırmalara göre kazanması mümkün.
Kaybederse bunun bedelini, hayatlarımız boyunca kötü anılarak ödeyecek.
İnce? Kazanması mümkün değil. Alabileceği oyun sınırı belli.
Erdoğan da kazansa, Kılıçdaroğlu da kazansa iki kaybedenden birisi İnce olacak.
Özellikle de Erdoğan kazanırsa!
Bu, İnce’nin oyları bölmesine bağlanacak, oyları bölmek üzere seçime girmesinin hangi müşevvikler ile gerçekleştiği hep sorgulanacak.
İşte buna hiç anlam veremiyorum.
İnce, gençliğinden beri CHP’nin bir parçası olmuş, hemen her düzeyinde görev yapmış ve şimdi aldığı risk bütün bu geçmişin silinmesi sonucunu da doğuracak.
Geçen seçimde “adam kazandı” dedi, ortadan kayboldu.
Şimdi yeniden ortaya çıkmasının altında ne var?
Dedikoduları boş verin, siyasi olarak tek bir anlamı var: Erdoğan’ın seçimi ikinci tura bırakma hesabında “joker” olmak!
Üzücü bir durum; kendisi için de yakınları için de!
Çevresinde hiç mi kimse kalmamış; “Muharrem abi, aman abi” diyecek?
Zweig ile bitireyim, size yukarıda sözünü ettiğim “Bir Çöküşün Öyküsü” isimli kitabında şöyle yazmış:
“Talihin ilerlemekte olan arabasından bir kez düşen kişi, arabaya bir daha yetişemez.”
———————————–
