OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

At my signal unleash hell

Kimseye özenmem. Hayatımdan da kendimden de son derece memnunum.

Bugün beni mutlu etmeye yeten şeylerden daha fazlasını istesem Allah taş eder diye de korkarım.

Gerçi gençken böyle değildim.

Mesela İrlandalı Kız filmindeki İngiliz binbaşıya özenirdim.

Hayır, filmdeki kızı çok beğendiğimden değil.

Tıpkı onun yaptığı gibi, sigarayı yakmadan önce iki parmağımın arasında tutup, tersinden öteki elimdeki Yeni Harman paketine üç dört kere vurmayı adet edindim. Üstelik o yıllarda tanıdığım bütün kızlar o savaş gazisi binbaşıya âşıktı.

Çocukluğunda ya da gençliğinde bir film oyuncusuna özenmediğini, onu taklit etmeye çalışmadığını söyleyenlere asla inanmam.

Herkesin geçmişinde böyle “utanılacak” bir anı olduğuna eminim.

Çocukken en çok özendiğim artist Anjelik dizisi filmlerde oynayan Robert Hossein’di.

Hem iyi kılıç şakırdatıyordu hem de Michelle Mercier’ye âşıktı.

Mercier, bir erkek çocuğunu çıldırtacak her şeye sahipti.

Hossein’in yanağında derin bir kılıç yarası izi vardı. Rol icabı tabii. Gerçek değil.

Diyebilirim ki ilkokul hayatım boyunca yanağımda böyle bir kılıç izi olduğunu hayal ettim.
Şu günlerde en çok özendiğim artist ise Jason Statham.

Geleneksel erkek güzelliği ölçülerine göre yakışıklı sayılmaz.

Nesine özeniyorsun diye soracak olursanız, hepsi tepeden tırnağa silahlı 30 – 40 kişiyi aynı anda dövebilmesine özeniyorum.

Ve başına hiçbir şey gelmiyor. Hapse filan da atmıyorlar, dövdüğü adamlardan biri elindeki silahla ateş etmeyi de akıl edemiyor.

Hele bir hareketi var ki onu kaç kere yapmak istedim ama yapmadım. Diyebilirim ki becerebilsem günde üç dört kere yapabilirim.

Yaya geçidinde durmadan üzerime süren sürücüye, lokantada yemek yerken yan masada dişlerinin arasını acayip sesler çıkartarak diliyle temizlemeye çalışan adama yapmak isterim mesela.

Ama yapmıyorum, hayat filmlerdeki gibi ilerlemiyor maalesef.

“Yapabilirsin, söz hapse atmayacağız” deseler de becerebilir miyim, orası ayrı mesele.

Alain de Botton, “Romantik Hareket – Seks, Alışveriş ve Roman” isimli kitabında, kronik mutsuzluğa karşı “kendinden kaçmak için okumak” adını verdiği bir yolu öneriyor.
Bildiğiniz çok satan polisiyelerin okunmasından söz ediyor, ciddiye alınmayacak, boş hayaller kurduracak kitaplar.

Da Vinci Şifresi, Ateşle Oynayan Kız serisi, Şibumi gibi romanları okurken insan şunu fark ediyor:

Kimse ölümden korkmuyor, kimsenin canı sıkılmıyor, kimse durduk yerde bir şarkı dinleyince hülyalara dalmıyor.
Ortada Hz. İsa’nın gizli yönlerini ortaya çıkaracak bir şifrenin ele geçirilmesi gibi ciddi bir sorun varken ya da bir kredi kartı darbesiyle kötüleri cehennemin dibine yollarken ya da aşağılık bir çocuk tacizcisinin göğsüne dövmeyle tacizci olduğunu yazarken elbette televizyondan yükselen “o ses”i duymuyorsunuz.

Bu tür kitaplar, sadece “o ses”i duymamızı engellemiyor, bizleri içe bakışın ezasından ve cefasından kurtarmaya yarıyor.

Alain de Botton şöyle yazmış:

“(Okuyucuyu) bu tür kitaplar okumaya iten neden, bilmediği şeyleri keşfetmek değildi, aksine bilmediği şeylerin içine düşmeyi engelleyebilmekti. Peşinde olduğu şey tutarlılık da değildi, eğer bir şeyden korkuyorsa okumak isteyeceği son şey, korkusunu dile getiren bir kitap olurdu. Afrikalı bir silah kaçakçısının, onu takip eden birinci sınıf bir sahil korumadan kaçarken yaşadığı korkuyu okumak hoşuna gidebilirdi belki, ne de olsa söz konusu olan kendi korkusu değildi.”
Bu tür kitaplar içerdikleri gerilimle okuyucuyu kendilerine bağlıyorlar elbette.

Ama o gerilim, okuyucunun kendisine dönük psikolojik ve kişisel sorularıyla ilgisi olmayan, zararsız ve güvenli bir gerilim.
Kendinizi sorgulamaya, kendinizi gözlemlemeye ihtiyaç duymuyorsunuz, bu tür “çok satanları” okurken.
Aynı şekilde toplum olarak yaşadığımız sorunları da kısa bir süreliğine de olsa bir kenara bırakmaya yarıyor.

Benim için filmler ve diziler de benzeri bir görevi yerine getiriyor.

Jason Statham’dan söz ettim. Böyle çok film kahramanı var.

Ellerinde tabancalar, bıçaklar, tüfeklerle o da yetmedi doğrudan doğruya yumruklarıyla bütün kötüleri cehenneme yollayabiliyorlar ve dediğim gibi başlarına da bir iş gelmiyor.

O filmleri izlerken o kötü insanların yüzlerinin yerinde “kendi kötülerinizi” hayal etmenize de bir engel yok, cezası da yok.

Tabii bunu yüksek sesle sağda solda anlatmaya kalkmayın ne olur ne olmaz.

Sadece vurdu kırdı işinde değil, insan hayatının değişik yönleriyle ilgili olarak da film kahramanlarına özenebilirsiniz, ayıp değil.

Film oyuncularına özenmenin en önde gelen belirtisi ise bazı filmlerde bazı artistlerin söylediği sözleri tekrarlamaktır.

Kazablanka’da, Rick’in küllenmiş acılarını birden alevlendiriveren “Play it again Sam”i hayatında bir kez olsun tekrarlamamış kaç kişi var acaba?
Los Angeles’taki Kaliforniya Devlet Üniversitesi’nden, medya psikolojisi hocası Stuart Fischoff da bu konuyu kafasına takıp bir araştırma yapmış ve en popüler film özdeyişlerini belirlemiş.
Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi “Play it again Sam” zirvede!

Ve değerli okuyucular, Oksijen’in sizlere dev bir hizmeti olarak, gazetecilik sorumluluğunu da yerine getirerek söylemeliyim ki bu replik, dünyanın en yanlış bilinen repliği.

Çünkü Rick, filmde “play it again Sam” demiyor; “play it” deyip, anlamlı bir bakış fırlatıyor.

Repliğin tamamı şöyle: “O dayanabiliyorsa, ben de dayanabilirim. Çal!”

Bunu da iyilik yap, denize at misali buraya bıraktım; tarihe böyle geçsin diye.

Fischoff’un belirlediği “özdeyişlerin” en çok oy alanları şöyle:
“Geri döneceğim.” (Schwarzenegger – Terminatör, 1984)
“Bana parayı göster.” (Cuba Gooding Jr., Jerry Maguire, 1996)
“Hadi günümü zehret!” (Clint Eastwood, Sudden İmpact, 1983. Fischoff bu sözü Reagan’ın da zaman zaman kullandığını hatırlatıyor.)
“Annem hep hayatın bir kutu çikolataya benzediğini söylerdi.” (Tom Hanks, Forrest Gump, 1994)
“Gerçeği taşıyamazsın.” (Jack Nicholson, Birkaç İyi Adam, 1992)

“Hasta la vista, baby.” (Filmde de İspanyolca söyleniyor, iyi yolculuklar anlamında. Ama çıkılacak yol cehenneme gidiyor. Arnold Schwarzenegger, Terminatör 2, 1991.)
“Gücü hisset, o seninle.” (Alec Guinness, Star Wars, 1977)
“Burası evime hiç benzemiyor.” (Judy Garland, Oz Büyücüsü, 1939)
“Yeah baby!” (Mike Myers, Austin Powers, 1997)
Araştırmaya göre yaşları 50’nin üstünde olanlar en çok Kazablanka ve Rüzgâr Gibi Geçti’den etkilenmişler. 26 yaşın altındakileri etkileyen ise avanak casus Austin Power’den başkası değil.
İlginç olan konu şu ki en çok hatırda kalan sözler erkek oyuncuların sarf ettikleri. Hatırlanan toplam sözlerin yüzde 63’ü erkek oyuncular tarafından söylenmiş.

Fischoff bunu Hollywood’un cinsiyetçi özelliği ile açıklıyor: “Birçok film erkekler tarafından yapılıyor, diyalogları erkekler, erkekler için yazıyor.”

Al Pacino ve Jack Nicholson replikleri en çok hatırlanan erkek oyuncular. Şeytanın Avukatı’ndaki Al Pacino’dan bir replik: Kibir, en sevdiğim günah!

Kadınlarda ise ilk sırayı Katharine Hepburn ve Bette Davis alıyor.

Fischoff araştırmada ortaya çıkan en komik ve absürt sözü 1994 yapımı bir bilimkurgu kovboy filmi olan Oblivion’dan aktarıyor: “Benim hemoroidlerim seninkinden daha ağrılı!”
Benim favori repliğim Gladyatör’de Russell Crowe’dan: “At my signal, unleash hell!”

(İşaret verdiğimde cehennemin kapılarını açın!)

——————————