OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Biraz durup nefes almaya ne dersiniz?

İngiliz sporcu Daley Thompson, tarihin en iyi dekatletlerinden (dekatlon yapan sporculara bu isim veriliyor) biriydi. Aslında “Britanyalı” demeliydim, çünkü babası Nijerya kökenli bir İngiliz, annesi bir İskoç idi.

9 yıl boyunca girdiği bütün yarışmaları kazandı. İki olimpiyatta üst üste şampiyon oldu. Olimpiyat oyunları sırasında dört kere Dünya Rekoru kırdı.

İkinci olimpiyat madalyasını aldıktan sonra söylediği “aksi kanıtlanana kadar yaptığım işin en iyisiyim” sözünü sevmiş, gazetedeki mantar panoma asmıştım.

Thompson için yapabileceğimiz en iyi tanım, “mükemmel atlet” olabilir.

Normal olarak her gün üç kere antrenman yapıyordu. Bunun nedeni rakiplerinin hepsinin günde iki antrenman yapıyor olmasıydı. Her gün onlardan bir fazla antrenman yaptığı için hep bir adım önde olacağını düşünüyordu ve nitekim yaşı ilerleyene kadar da bu düşüncesinde haklı çıktı.

Sadece Noel’de iki antrenman yapıyordu. Onu da şöyle açıklamıştı: “Rakiplerim Noel’de de antrenman yapmaya devam ediyorlarsa en azından onlarla eşit olurum.”

Böyle adanmış bir sporcu olabilmem için artık zamanın çok geçtiğini düşünüyordum ki The Guardian gazetesi sayesinde hayatımın sporu olabilecek bir şeyi keşfettim. Bir “space – out” sporcusu olabilmek için her şeye sahip olduğumu düşündüm.

Bunun için hiçbir şey yapmamam yetiyor ve zaten bu spor esasen hiçbir şey yapmamak ile ilgili.

Gazete bu ilginç spor yarışması için Seul’e bir muhabir bile yollamış, ben de Raphael Rashid’in haberinden öğrendim bunları.

Bu sporu yapabilmek için hiçbir yeteneğinizin olması gerekmiyor. Zihinsel ve fiziksel olarak herhangi bir eylemde bulunmak da zaten yarışmayı kaybetmek anlamına geliyor.

Bu sporu yaratan kişi Woopsyang isimli Güney Koreli bir sanatçı.

Woopsyang, yıllar önce bir “tükenmişlik sendromu” geçirmiş ve o sırada bu sporu keşfetmiş.

“Rekabetçi aylaklık” diye tanımlıyor bu işi. Yaşamın yoğun temposu ile arasına bir duvar örmek isteyenler için ideal.

Woopsyang, bu sporun aynı zamanda bir performans sanatı olduğuna da dikkat çekiyor.

Hiçbir şey yapmadan, ıslak bir yoga matının üzerinde saatlerce boşluğa gözlerini dikip oturan yarışmacılar ve onları izleyen hareket halindeki insanların yarattığı düşünsel ve sanatsal açıdan benzersiz kontrast performansın temeli.

Güney Kore, uzun çalışma süreleri açısından bir cehennem sayılabilir. Şu anda haftalık çalışma süresi 52 saat ama hükümet bunu ilk fırsatta 69 saate çıkarmayı düşünüyor ve gündeme de sıkça getiriyor.

Bu yarışma aynı zamanda bu acımasız kapitalist baskıya karşı bir protesto eylemi.

Sporcuların yarışma sırasında hiçbir şey yapmamaları gerekiyor. Telefonuna bakan, uyuklayan, konuşan, şarkı söyleyen, gülen, bir şeyler içen veya hiçbir şey yapmama kuralını bozacak herhangi bir eylemde bulunan katılımcılar diskalifiye ediliyor.

Seyirciden en çok oy alan 10 yarışmacı arasında kalp atış hızı daha stabil olan, yarışmanın galibi ilan ediliyor.

Bu yılki yarışmayı aslen Şilili olan ancak Seul’de psikolog olarak çalışan Valentina Vilches kazandı. Yarışmaya eğlenmek için katıldığını söylüyor, yarışmada elde ettiği deneyimi hastalarıyla paylaşmak istiyor.

“Onlara ara vermenin ve rahatlamanın önemini ve bunun zihinsel sağlığınızı nasıl olumlu yönde etkilediğini hatırlatmak istiyorum” diyor.

Yarışmacılardan Koreli ofis çalışanı Kim Ki – kyung, yarışmanın biraz nefes almak için küçük bir fırsat olduğunu söylüyor.

“Kore toplumu çok rekabetçi, bu yüzden bazen hiçbir şey yapmamak çok önemlidir. Sanırım bunu nasıl yapacağımızı unuttuk” diye anlatıyor.

Bunları okurken çocukluğumda canımın ne kadar çok sıkıldığını hatırladım.

O yılların Antalya’sında bir çocuğu mutlu edebilecek her şey vardı aslında. Bir kere bütün kent (o yıllarda nüfusu 65 bin kişiydi) oyun alanımız sayılırdı. Deniz, kayıkta kürek çekerken kendini korsanmış gibi hayal etmek, falezlerdeki mağaralarda hazine bulacağına inanmak, balık tutmak gibi eğlenceler vardı ama yine de canım çok sıkılırdı.

Rahmetli anneanneme göre bu iyi bir şeydi, “sıkı can çıkmaz” derdi, canımın sıkıldığını söylediğimde.

Bu sözler elbette canımın daha çok sıkılmasına yol açardı.

Elimde bir oltayla deniz kenarında saatler harcar, bir gün bir tekneyle gideceğim ıssız adaları hayal eder, tatlı bir can sıkıntısı ile günlerimi geçirirdim.
İnsanın canın sıkılmasından zevk almasının bir tuhaflık olduğunun elbette artık farkındayım.

Issız bir adaya gitme hayallerini de bırakalı çok oldu. Ama can sıkıntısı konusunda pek bir mesafe alabildiğimi söyleyemeyeceğim.

Hemen her şey can sıkıntımı arttırabiliyor. Hele “o ses” yok mu?

Ve space – out yarışmasında olduğu gibi bu yaşadığım dünyanın dışına çıkabilmek istiyorum.

“Derin can sıkıntısı” diye isimlendiriyorum bunu.

Bu kavramı Koreli filozof Byung – Chul Han’ın kitabı “Zamanın Kokusu – Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme” isimli kitabından yürüttüm.

Kitapta, Büchner’in, Danton’un Ölümü oyunundan bir replik aktarıyor.

Camille: Acele et Danton, kaybedecek zamanımız yok!

Danton (giyinmektedir): Ama zaman bizi kaybediyor. Ne sıkıcı iş, her gün önce gömleğini giy, pantolonu üzerine çek, akşam yatağa gir, sabah sürünerek yataktan çık, bir ayağını diğerinin önüne atıp dur; bir şeylerin değişeceğine dair tek bir emare yok.”

Şimdi, Byung – Chul Han’a veriyorum sözü:

“Can sıkıntısı kararlı eylemin anti tezi değildir. Aksine, ikisi birbirini içerir. Aktif eyleme geçme kararlılığıdır can sıkıntısını daha da derinleştiren. Böylece devrimci Danton, yoğun eylemlerin tam ortasında, zamanın kendisini terk ettiğini düşünür. Bu esaslı zaman yoksunluğu, zamanın kaybından değil, zamanın bizi kaybediyor oluşu gerçeğinden ileri gelir. Zamanın kendisinin içi boşalır. … Can sıkıntısı nihayetinde, zaman boşluğundan kaynaklanır. Zaman artık vaadini yerine getirmez.”

Bu küçük kitabı okuyup, kapattığımda derin bir nefes aldım.

Çocukluğumdan beri çözemediğim bir problemi çözmüş kadar hafiflediğimi düşündüm.

Hayatın hızlandığı hissinin, amaçsızca dönüp duran zamanın yol açtığı bir yanılsama olduğu gerçeği satırların arasından çıkıp, kafama girdi.

Byung – Chul Han’a dönüyorum:

“Günümüzün zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activanın, eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılması. Bu mutlaklaştırma, insanı bir animal laborans, “çalışan hayvan” derekesine indiren bir çalışma buyruğuna yol açıyor. Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor.”

Zaman bulunca bu konuya yine dönelim diye geçirdim aklımdan, şimdi canım sıkıldı, bugünlük yazmayı bırakıyorum.
Bugünü bir animal laborans olarak tamamlamayacağım!