Gölgesinde ot bitmeyen mimari
Yolculuğa çıkmanın esasen bir tek hedefi olduğu söylenir: Eve dönüş!
Diderot da vaktiyle bir mektubunda şöyle yazmış: “Döndüğüm zaman mümkün olan en güzel yolculuğu yapmış olacağım.”
Yahya Kemal’in de şu sözünü bilmeyen yoktur sanırım: Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönüşüdür!
Yolculuk felsefesi ile ilgili okuduğum kitaplardan sonra artık Yahya Kemal’in, Ankara’nın çirkinliğinden şikâyet etmekten daha çok eve dönüşün insanın içinde uyandıracağı güzel duyguları vurgulamaya çalıştığını da söyleyebilirim.
Orta okul ve lise yıllarımda aynı duyguyu tatil için eve, Antalya’ya dönerken hissederdim.
Otobüs Kepez’e geldiğinde aşağıdaki küçük kente bakar, beni bekleyen değişikliklerin heyecanını duyardım.
Otobüs şehir merkezine doğru ilerlerken camdan dışarı bakar, bazı şeylerin değişmiş olmasını beklerdim.
Çoğunlukla beklentim gerçekleşmezdi ama Antalya çabuk gelişen bir kent olmalıydı ki arada bir, bir binanın yıkıldığını, bir eski portakal bahçesinin içinde inşaata başlandığını, bir yolun asfaltlandığını görür, bu değişimin beni mutlu ettiğini hissederdim.
Sanki neredeyse her taşını bildiğim bir kente gelmiyordum da yenilenmiş, bambaşka bir yere geliyormuşum gibi.
Çocukken beni heyecanlandıran o bitmek bilmez inşaat faaliyetini hatırladıkça şimdi içimi bir sızı kaplıyor.
Biz çocukken apartmanda oturmak modası vardı. Onun için bahçeli evini satan ya da kat karşılığı verenler soluğu bir apartman dairesinde alırlardı.
Bugün devasa apartmanların yer aldığı Antalya’daki Konyaaltı Caddesi, Bahçelievler, Memurevleri filan ben ilkokuldayken geniş bahçeler içine yapılmış “gerçek villalarla” doluydu. Şanslı çocuklardık, bahçesinde her tür meyve ağacının bulunduğu evlerde büyüdük.
Sonra, apartman hastalığı Türkiye’nin her yerini habis bir ur gibi sardı.
Türk mimari tarihinin utanç abideleri olan kişiliksiz, hepsi birbirine benzeyen apartmanlar Türk tipi kentli yaşamın mekânı oldu. Toplumsal yaşamımız, ulusal ekonomimizin dikilişe geçen çizgisine paralel olarak dikey mekânlara aktarıldı.
Gözlerinizi bağlasam ve sizi Anadolu ya da Trakya’nın herhangi bir şehrinde bir caddeye bırakıp, gözlerinizi açsam, hangi şehirde olduğunuzu anlamanız için biraz zaman geçmesi gerekir:
Dar kaldırımlı uzun caddeler, caddelerin kenarına sıralanmış ve birbirinin üstüne yapışmış dizi dizi, sefer tasına benzeyen binalar.
Hepsi birbirine benziyor, hepsi alelacele yapılmış gibi. Burası Eskişehir de Kütahya da olabilir, Afyon da Bilecik de Ankara da!
“Türk mimarisinin zaferi” diye yorumlanabilir, ilk bakışta!
Öyle güçlü bir mimari akım geliştirmişiz ki, civarında kendisinden başka hiçbir mimari eğilimin yeşermesine, eski mimari üslubun canlı kalmasına izin vermemiş! Deyim yerindeyse gölgesinde ot bitmemiş!
Geçmişinden tamamen kopmuş, geleceğe yönelik de ipuçları vermeyen bir mimari bütünlük yaratmışız.
“Bu iyi bir şey mi?” diye soruyorum kendime. Kafka’nın sözü kulaklarımda çınlarken: “İyi, bir bakıma rahatsızlık vericidir.”
Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, “Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri” isimli kitabında “Sanatı tarihi boyunca modernist soyutlama olarak ele almamış bir toplumun, kendisini mimarlıkla nasıl ilişkilendirebileceğini” soruyor.
Sorunun yanıtı dolaştığımız herhangi bir kentimizin, herhangi bir sokağında üst üste konmuş ve sıvanmış tuğlalar olarak karşımıza çıkıyor: Hayır, böyle bir ilişkilendirme mümkün olamıyor!
Zaten çok bilmediğim bir konuda ahkâm kesmek istemiyorum. Demek istediğim şu ki kentlerimiz hiçbir özelliği olmayan, bir kimlik ortaya koymayan (ya da pek de matah olmayan bir kimlik ortaya koyan diyelim) düz – beton duvarlardan ibaret!
Tamam haksızlık da etmeyeyim. Birçok kentin tarihi merkezindeki beş on eski bina aslına sadık kalarak restore edilmiş bulunuyor. Şansıma Malatya’da doğduğum ev de bunlardan biri olmuş. Ama hepsi o kadar.
Gözümün önünde geçen hafta sonunu geçirdiğim Floransa var, aklımdan Malatya’da, Amasya’da, Eskişehir’de, Afyon’daki bir iki sokaklık cılız örnekler geçerken.
Bir zamanlar bu kentlerde yaşayan insanların yarattıkları, hepsinin kendine özgü bir kişiliği olan evlerin çoğu “kat karşılığı” beton canavarlara yerlerini terk etti.
Bu yaz otomobille İzmir’e çok gittim, geldim.
Kadifekale’den şehre bakınca muazzam bir beton denizi görüyorum. Kültür Park’ın yeşilliğini bir kenara bırakacak olursak içinde ağaç bulunmayan, Körfez’i bile görmenize engel olan bir beton denizi.
İzmir’in kent merkezindeki bina stokunun 1923’ten günümüze kadar iki kere yeniden inşa edildiğini biliyor muydunuz?
Kordon’da 1923 öncesinden kalan iki – üç binadan birinin Yunan Konsolosluğu olması da kaderin bize bir oyunu olmalı.
Ankara daha da eli çabuk: Kent merkezindeki binalar son 100 yılda üç kez yıkılıp, yeniden yapılmış.
Elimde kesin bir veri yok ama kişisel gözlemim şu ki Türkiye’deki bütün kentlerin merkez bölgelerinde Cumhuriyet’in kuruluşundan beri aynı arsaya en az iki bina yapılmış olduğuna iddiaya girerim.
Ve en acısı da şu ki, artık korumaya kalksak da elde koruyacak şehir kalmadı!
Şimdi ise günün modası iki uçta: Düdük kadar bahçesi olan, duvarların arkasına saklanmış tripleks villalar, penceresi açılmayan, içinde tablo asacak tuğla duvarı da son derece kısıtlı kule rezidanslar!
Türkiye’nin en verimli tarım alanları, ormandan tırtıklanan araziler ve denize nazır dağ başları birbiri üstüne yığılmış “villalarla” doluyor.
Tırnak içinde yazıyorum çünkü sözlüklerin “bahçe içinde gösterişli ve müstakil ev” olarak tanımladıkları villa ile bu mimari garipliklerin hiçbir benzerliği yok.
Bunlar bırakın müstakil olmayı adeta birbirinin içine geçmiş evcikler. Arsaya daha fazla ev sığdırmak için bahçeleri de zaten yok.
Gözünüzü kısıp da baktığınızda gördüğünüz şey, bir zamanlar apartman diye dikilen zevksizliklerin, bu kez daha genişçe bir arsaya yatırılmış halinden ibaret.
Ben buna “apartmanların sürüngenleşmiş hali” diyorum. Tıpkı bir sürüngen gibiler: Yıvış yıvış, soğuk ve acımasız.
Tarihimizin bu döneminde, böyle mekânlarda oturmak sınıf atlamanın da bir göstergesi sanki.
Gerçi merdiven ine çıka içindekileri kısa sürede öldürecek yapılar bunlar ama kulelerdekilere göre üstünlüğü hiç olmazsa “havadar” olmaları.
Öbürlerinde ne cam açılıyor ne temiz havaya ulaşmak mümkün.
Geçen hafta sonu Floransa’daydım, uçağımız İstanbul üzerinden süzülürken çocukken Antalya’da yaşadığıma benzer duygular yaşamak isterdim ama heyhat!
Hafızamdan Floransa silinmeden, o uçağın o camından aşağıya bakmakla kendime hiç iyilik etmemiş oldum.
———-