Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Nereye kaçarsan kaç gölgen peşinde

Nereye kaçarsan kaç gölgen peşinde

Bugüne kadar okuduğum romanlar içindeki ilginç kahramanlardan bir “ilk on karakter” çıkarmayı düşünsem, beni en çok zorlayacak karakter Flitcraft olur.

Doğrudan doğruya “Flitcraft ilk on roman kahramanımdan biridir” diyemiyorum çünkü kendisi aslına bakarsanız bir roman için yaratılmış olmakla birlikte “bir roman kahramanı” bile sayılmaz.

Roman kahramanı diyebilmemiz için karakterinin temel özelliklerini yazarın bize romanın akışı içinde anlatması gerekir.

O romanın öyküsü içinde bir yeri olmalı, karakterinin özellikleriyle yazarın bize anlattığı öyküye gerçeklik katmalıdır.

Romanlar günlük yaşamımızın sıradan olaylarını anlatırlar esasen.

Ancak yazarın anlattığı öyküyü diğer sıradan olaylardan ayıran şey yazarın yarattığı kahramanları kullanarak gerçekliği yeniden inşa etmesidir.

Bir edebiyat eleştirmeni değil, sıradan bir roman okuyucusuyum. Onun için bu faslı kısa kesip Flitcraft’a döneceğim.

Bu arkadaşımızın şahane bir hayatı vardı.

Dışarıdan bakan kıskanç tipleri çatlatacak kadar şahane!

Güzel bir eşi vardı bir kere.

Birbirlerini çılgınca demesek de seviyorlardı işte.

Ne demek istediğimi anladığınıza bahse girerim.

Zaman içinde biraz da alışkanlıktan kaynaklanan, paylaşılmış güzel günlerin hatırından beslenen bir sevgi desek daha doğru olur.

Benim mürdüm eriği ile olan ilişkime benziyor biraz. Seviyorum sevmesine ama tutkuyla bağlı değilim.

Her neyse, aynı zamanda başarılı bir iş adamı da olan Mr. Flitcraft bir gün öğlen yemeği için dışarı çıktığında, bir binanın onuncu katındaki inşaattan bir kalas düşüyor.

Başını sıyırarak hızla yere çarpan kalasın kaldırımdan fırlattığı bir taş parçasının yüzünde küçük bir yara açmasının dışında Flitcraft’a hiçbir şey olmuyor.

Ancak bu olay Flitcraft’ı hayli sarsıyor, o anı bir türlü kafasından çıkarıp atamıyor.

Flitcraft’a can veren yazarın dediği gibi “sanki biri, hayatın kapağını kaldırıp ona içindeki mekanizmayı göstermişti.”

Flitcraft, gerçek dünyanın, kendisine kurduğu dünyadan farklı olduğunu böylece anlıyor. Dünyayı yanlış tanıdığını, hayatın rastlantılardan ibaret olduğunu, her an ölebileceğini fark ediyor.

Öğlen yemeğini bitirene kadar geçen süre içinde hayatın tahrip edici gücüne boyun eğmeye ve o güne kadar yaşadığı hayattan vazgeçmeye karar veriyor.

Masadan kalkıyor, eve dönüp ailesiyle vedalaşma zahmetine de girmeden, hatta bankadan para bile çekmeden başka bir kente gidiyor ve orada yepyeni bir hayata başlıyor.

Ondan sonrasını bilmiyoruz.

Çünkü Flitcraft, Dashiel Hammet’in filme de çekilen Malta Şahini isimli romanında sadece bu kadarıyla yer alıyor.

Görünmesiyle kaybolması bir oluyor.

Hammet’in bu karakteri romanın içine neden koyduğunu ve sonra neden onu gönderdiği şehirde terk ettiğini hâlâ bilmiyorum.

Hatta yukarıda karakterini sizlere aktarırken yazdığım bazı ayrıntıları biraz abartarak ben uydurdum.

Amerikalı polisiye yazarı Dashiel Hammet ile tanışıklığımı rahmetli Prof. Dr. Kurthan Fişek Hocama borçluyum.

12 Eylül darbecilerinin 1402’lik yapıp üniversiteden atmasının ardından, Gelişim Yayınları’nda buluşmuştuk.

Kurthan Hocam, “Sarı Dizi” fikrini rahmetli Ercan Arıklı’ya satarak önemli polisiye romanların çevrilip, bir dizi halinde (yanlış hatırlamıyorsam 15 günde bir iki cilt) yayınlanmasına öncülük ve editörlük yapmıştı.

O güne kadar küçümsediğim polisiye romanların da aslında edebiyatın bir parçası olduğunu “ilave kazanç” için kitapların son okumasını yaparken anlamıştım.

Flitcraft’ın kaçtığı yerde, kendisine nasıl “yeni” bir hayat kurduğu meselesi artık hayal gücümüze kalmış bir durum.

Selçuk Erdem’in, yıllar önce Penguen’de yayımlanan bir karikatürünü hatırlıyorum:

Bir “uzaylı” ile bir “dünyalı”nın yer aldığı karikatürde diyalog şöyle:

Uzaylı: “Merhaba dünyalı, 100 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiden geliyorum.”

Dünyalı: “Peki o kadar yol geldin, kendinden kaçabildin mi?”

Uzaylı: “Hah, hasta çıktı adam.”

Flitcraft’ın da ortadan yok olup, yaşadığı kenti değiştirse bile kendinden kaçamadığını düşünürüm.

Evet, Flitcraft, Tanrı’nın bir armağanı olarak başından geçen olaydan sağ kurtulunca, hayatını tesadüflerin eline bırakmaya karar verdi.

Sevgili eşini, çocuklarını, yakınlarını, arkadaşlarını, kurmak için çok çabaladığı işini terk etti ve başka bir kente göçtü. Ne gittiğini haber verdi ne de gittiği yerin öğrenilmesi için bir ipucu bıraktı.

Becerikli ve çalışkan her insan gibi hayata sıfırdan başladığını tahmin edebiliyoruz sadece.

Yeni bir hayat kurdu.

Aslına bakarsanız, böylelerine imrenmemek de mümkün değildir.

Bir ömre, birden çok hayat sığdırabilme yeteneği bu!

Ama o yeni hayatı da bırakıp gittiği hayatın bir benzeri olmalı.

Benzer bir iş, benzer bir eş, benzer bir ev, benzer çocuklar vs.

Monotonluktan kaçmış, kendisini tesadüflerin eline bıraktığını düşünmüştü ama ulaşabildiği yer yine benzer bir yer olma olasılığı da çok yüksektir.

Çünkü sevgili okuyucular, bu kötü haberi benden duymuş olmanızı istemezdim ama kendimizden kaçamayız.

Bizi beynimiz yönetir.

Kafanın içinden o gri hücreler topluluğunu çıkarıp atar ve hâlâ yaşamaya devam edebilirsen tabii ki kendinden kaçabilirsin, aksi takdirde ı–ıh!

Kişiliğimizin temel çizgileri biz doğarken oluşur.

Genetik bilimindeki ilerlemeleri ve yapılan keşifleri gördükten sonra buna artık daha çok inanıyorum.

Ancak büyüdükçe dış dünyaya açılırız.

Yaşamda edindiğimiz deneyimler, bulunduğumuz ortam, yaptığımız iş, okuduğumuz okul gibi dış faktörler bizi bir güzel yontar, şeklimize son halini verir.

Ama bunlar rötuştur, kişiliğimizin temel çizgisi kolayca değişmez.

Bunu değiştirme gücü sadece erkeğin âşık olduğu, hayatının kısa da olsa bir bölümünü paylaştığı kadınlarda vardır.

Okulların, ailemizin, işimizin etkisini küçümsemiyorum ama birlikte olduğumuz kadınların kişiliğimiz üzerinde bıraktıkları etki bunlardan her zaman daha büyüktür.

Her kadın hayatımızda yeni bir döneme karşılık gelir, izlerini bir daha çıkartılmayacak şekilde kişiliğimize kazır.

Düşünme alışkanlıklarımızı, beynimizi kullanma biçimimizi etkiler.

Bu kadınların en önemlisi annelerimizdir. Bazı erkekler bu yüzden hep anneleri gibi kadınlar ararlar.

Bazıları için ilk âşık oldukları kadındır, ondan sonra hep onu ararlar.

Şanslı olanlar için hayatlarındaki her kadın önemlidir, her kadının izini taşırlar.

Bu nedenle Flitcraft’ın eski karısına benzer kişilikte birisini bulması, onunla aynı hayatı yaşadığını tahmin etmemin maddi ve düşünsel bir temeli var yani.

Varoluşçu felsefenin öncülerinden Soren Kierkegaard, uçurumun en ucundaki kayanın üstünde durup iki nedenle korkan bir insan örneği veriyor.

Korkar çünkü her an o uçuruma düşebilir. Korkar çünkü içindeki atlama dürtüsüne teslim olabilir.

Günümüzün modern hayatı içindeki durumumuz biraz da buna benzer.

Moda deyimle kaderimiz aslında kendi ellerimizdedir.

Yaşam içinde verdiğimiz kararlar ile onu kendimiz biçimlendiririz.

İnsan, mutlu olmaya yönelir. Mümkün olabilecek en anlamlı ve dolu hayatı nasıl yaşayabileceğimizi araştırır dururuz.

Doğum ile ölüm arasındaki kimine göre kısa kimine göre uzunca sayılabilecek süre içinde hayalimizde oluşturduğumuz hedefe ulaşamadıysak, bundan bir parçası olduğumuz hayatı sorumlu tutarız.

Hayatımız, çevremizdeki her şeyin bir bütünüdür.

Hayatımızı yani içinde bulunduğumuz çevreyi, ilişkimiz olan insanları, işimizi vs. değiştirme isteği uçurumun kıyısındaki insanın duygusunu uyandırır.

Düşmekten de korkarız, atlama dürtüsüne teslim olmaktan da.

O güne kadar öğrendiklerimiz, içselleştirdiğimiz duygular da ayağımızdan çeker, nereye gidiyorsun diye.

Onun için kendimizden kaçmamız o kadar kolay olmaz.

Kendinden kaçmayı başaramayan, konforlu hayatını terk etmek yerine aynı hayatın içinde birden çok hayatcık kurmaya çalışanlar da vardır.

Roland Barthes bunlara “sistemato” adını veriyor.

Sistemato, kendisine bir yaşam çerçevesi kurar. Bir yaşam yapısı…

Hayatlarındaki herkesin bu yapı içinde tarif edilmiş iyi kötü bir yeri vardır. Eşler, sevgililer, üçlüler, hatta marjinalliklerinin içinde iyice kaybolmuş marjinaller.
Barthes bu “yapılarda” mutluluk olmadığından hiç kuşku duymaz.

Ama her yapının da aynı zamanda “oturulabilir” olduğunu kabul eder.

Şöyle yazıyor:

“Beni mutlu etmeyen yerde de pekâlâ oturabilirim; hem yakınıp hem sürdürebilirim; katlandığım yapının anlamını yadsıyabilir ve kimi gündelik parçalarının (alışkanlıklar, ufak tefek hazlar, küçük güvenlikler, çekilebilir şeyler, geçici gerilimler) içinden fazla tiksinmeden geçebilirim. (Hatta) bundan haz bile alabilirim.”

—————————-