MİLLİ Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Milli Eğitim Şûrası’nda eğitime dini bir içerik verme çabalarına karşı yönelttiğimiz eleştirilere şu yanıtı verdi:
“Cumhuriyetin temel nitelikleri, laik eğitim, şûraya katılan herkesin ortak paydasıdır. ’Laik eğitimin beli kırılıyor, örseleniyor’ diyenler var. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde eğitim laiktir. Devletimiz, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.”
Bakanın sözleri ile şûranın ilgilendiği konular bence birbiriyle pek uyuşmuyor.
Benim izlenimim şu ki bu şûranın amacı, eğitim sistemimizin yapısal sorunlarını çözmek değil.
Şûra, en genel ifadeyle lise eğitimine dini bir içerik verilmesi amacını taşıyor, laik eğitimden uzaklaşılıyor.
Ortaöğretim programına Kuran derslerinin konulmasını, 23 Nisan ve 19 Mayıs kutlamaları için yapılan törenlerin genel olmaktan çıkarılıp okul bahçelerine hapsedilmesini isteyen komisyon raporları orada duruyor. Bakan Bey de bir göz atsa iyi olur diye düşünüyorum.
Liselerin üç grup altında toplanması ve imam hatip liselerinin “normal lise” sınıfına alınması da bu şûra komisyonunda karara bağlandı.
Meslek eğitimi ile genel lise eğitimi arasındaki dengenin meslek liseleri aleyhine bozulmuş olması, üniversite kapılarına yığılıp bekleşen lise mezunları, şûranın ilgi alanında değil.
Varsa yoksa imam hatipler.
Falcı değilim ama önümüzdeki seçime kadar nelerle karşılaşacağımızı tahmin etmek zor değil.
Hükümet “Şûra tavsiyesidir” diyerek imam hatipleri normal lise konumuna getirecek düzenlemeleri yapacak.
Yıllardır imam hatiplere üniversite yolunu açmak için çabalayan Milli Eğitim Bakanı’nın bu son manevrayı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Çankaya’ya çıkma hesapları dönemine denk getirmesinin tesadüf olabileceğine inanmıyorum.
Adımı atmak kadar onu anlatabilmek de önemli
TÜRKİYE’nin, Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili olarak yeni bir politika belirlemek üzere olduğuna ilişkin haberler gazetelerde yayımlandı.
Dışişleri Bakanlığı’nın soykırım iddiasını uluslararası yargıya götürebilmek için çalışma başlattığı, konunun emekli diplomatlar ve hukukçuların da katılacakları geniş bir platformda değerlendirildiği bildiriliyor.
Bu politika değişikliğinin temel nedeni, Ermeni soykırımı iddialarının dünyanın önemli bölümünde kabul görmesi ve ABD’deki seçimlerin ardından bu ülkede de “soykırımı” kabul etme tehlikesinin belirmesi olarak açıklanıyor.
Benzeri bir karşı atağı daha önce CHP de önermişti. Bu nedenle hükümetin siyasi olarak bu adımı atabilmesinin şartları olgunlaşmış bulunuyor.
Ancak bunun kendiliğinden sonuç vermesini beklememek gerek.
Bu köşede kaç kere yazdım hatırlamıyorum ama sorun esasen “tarihsel gerçeklerin ortaya çıkarılması kaygısından” daha çok Türkiye karşıtı politik bir tavırdan besleniyor ve güçlü bir halkla ilişkiler kampanyasıyla destekleniyor.
Bununla mücadele etmek, aynı yöntemi kullanmakla mümkün!
Yani kapsamlı bir halkla ilişkiler projesine ihtiyacımız var.
Ortak Tarih Komisyonu’nu ve Ermenilerin buna karşı tutumunu neden kimselere anlatamadığımızı bir kez daha hatırlayalım ve uluslararası tahkime gitme hazırlığı yaparken konunun bu boyutunu ihmal etmeyelim.
Bebekleri şiddetten korumak mümkün
SON günlerde artan çocuklara karşı şiddet ve cinsel taciz olaylarının ortak bir paydası var gibi geliyor bana.
Elbette benim bu izlenimim, gazetelere yansıyan olaylarla sınırlı.
Ve bu izlenim, bu tür olayların kurbanı durumundaki çocukların anneleriyle ilgili gazete haberlerine dayanıyor.
Görülüyor ki bu anneler, genellikle çok eğitimsiz, geçinmek için fuhuş yapmak zorunda kalan, sağlıklı çocuk büyütmek için uygun ekonomik şartlara sahip olmayan kadınlar.
Dikkatimi çeken bir başka nokta da bu çocukların çok önemli bölümünün evlilik dışı ilişkiden doğmuş olmaları. Belli ki annelerin şu ya da bu nedenle benimsemekte zorlandığı çocuklar bunlar.
Benim gözlemim doğru ise bu durumdaki çocukları bebekliklerinden itibaren o ortamdan kurtarabilmek mümkün olabilir diye düşünüyorum.
Geçen yıllarda bir gazetede Almanya’daki bazı kiliseler tarafından gerçekleştirilen bir uygulamayla ilgili haber okumuştum.
“Bebek sepeti” denilen bu uygulamayla, istemediği bir çocuk doğurmak zorunda kalan anneler, herhangi bir yasal takiple karşılaşmadan bebeklerini bu kiliselerin şefkatine terk edebiliyorlar.
Bu, temeli çok eskilere dayanan ve istenmeyen bebeklerin öldürülmesini önlemek amacını taşıyan bir uygulama imiş.
İstemediği ve bakamayacağı bir bebeği doğurmak zorunda kalan kadınları, sağlık ocağı ve hastane aşamasında tespit edebilmek zor olmasa gerek.
Ve toplum olarak bu bebeklerin sorumluluklarını üzerimize alabileceğimiz organizasyonlarımız da var. Çocuk Esirgeme Kurumu, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı gibi kurumlar eliyle bu işi yapabiliriz.
Sivil toplum kuruluşlarının bu konu üzerinde çalışmaları yararlı olur diye düşünüyorum.
