New York’a ilk gittiğimde içimden yükselen bu kente yerleşmek ve serserilik yapmak isteğini güçlükle bastırmıştım. Kendimi, kentin olağanüstü anarşik havasının yaydığı rüzgârın önüne bırakıp, yarın ne olacak diye düşünmeden, nerede akşam orada sabah yaşamaya karşı dayanılmaz bir istek duymuştum.
Şimdikinden bir hayli gençtim elbette. Ama o zaman da sorumsuz bir insan olduğum söylenemezdi. Yine de kendimi dönüş uçağında bulana kadar, pasaportumu yakmak da dahil olmak üzere, bir sürü proje geliştirmiştim.
Uçak JFK’dan havalanıp Türk gazeteleri dağıtıldığında ne kadar büyük bir hatadan döndüğümü de anlamakta gecikmedim.
Topu topu 10 gün önce bıraktığım memleketimde sanki bir koca defter kapatılmış, yepyeni bir defter açılmış gibiydi. 10 gün öncenin olaylarından neredeyse tek bir satır yoktu. Yerlerini en az onlar kadar önemli olan bir sürü olay almıştı.
0 anda zihnime bir açıklık geldi. Aslında biz Türkiye’de 40 milyon kafadan oluşan büyük bir vücut halinde (o zamanlar nüfus o kadardı) ‘serserilik’ yapıyorduk. Belki her akşam yattığımız yer değişmiyordu ama gelecek konusunda hiç düşünmeden sadece günümüzü yaşıyorduk. Hayat rüzgârının önünde bir o yana bir bu yana savruluyor, düşüyor, kalkıyor, ertesi gün bambaşka maceralara yelken açıyorduk.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Fransa ve son İspanya gezisi o uçak yolculuğu boyunca düşündüklerimi hatırlamama vesile oldu.
Aralık ayının sonlarına doğru, yani topu topu iki ay önce, Türkiye’nin gündemindeki en önemli konu, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi genişleme süreci dışında bırakan kararıydı. Beş on gün boyunca Avrupa ile yatıp Avrupa ile kalktık. Başbakanımız, dışişleri bakanımız demeçler verdi, jet ziyaretler yaptı. Avrupa Birliği’ne girme konusunda ne kadar istekli olduğumuz söylendi. Gelecek toplantıda (önümüzdeki haziranda yapılacak) karar değişmezse yeni bir dünya kurup, bu dünya içinde yer alma hayalleri seslendirildi.
Sonra her şey unutulup gitti. Kendimizi başka rüzgârlara kaptırdık. İki aydır hükümetin Avrupa Birliği ile ilgili tek bir adım attığı yok.
Ne Avrupalı olmanın zorunlu şartı sayılan demokratikleşme ve insan hakları konusunda bir adım atıldı, ne de Avrupa Birliği’nin kararını değiştirmesine yönelik olarak elle tutulur diplomatik girişim var.
Bir tek Cumhurbaşkanı bunu kendisine iş edinmiş, Avrupa’ya yolu düştükçe konuyu gündeme getirmeye çalışıyor.
Oysa Fransa Cumhurbaşkanı’ndan sonra dün de İspanya Senato Başkanı’nın söylediği sözler Avrupa’da Türkiye konusunda Almanya’nınkinden bir hayli farklı görüşlerin de olduğunu ortaya koyuyor. Doğru diplomatik adımlar atılsa, içeride zaten yapılması gereken demokratikleşme programı devreye sokulsa, Türkiye bu konuda bir hayli yol alabilecek gibi görünüyor.
Bunların hiçbiri yapılmadığı için Avrupa’nın sınırları dibinde, ama ondan sanki yüzyıllar kadar uzakta, tıpkı yarın ne olacağını umursamayan bir serseri gibi yaşayıp gidiyoruz.
