Basına ‘dördüncü kuvvet’ yakıştırmasını ilk yapan bir İngiliz yazardı: Thomas Carlyle. Hükümetin, kilisenin ve kraliyet ailesinin ahlaki koruyucusu anlamında…
Demokratik bir ülkede basının ‘dördüncü kuvvet’ olması, yasama, yürütme ve yargının halk adına denetlenmesi ihtiyacından doğdu. Halk, olup biten her şeyden haberdar olmalıydı ki, demokratik tercihlerini ortaya koyabilsin.
Güç sahipleri genellikle bundan şikayet ederler. Muhalefetteyken basının en iyi dostu olanlar, iktidara geldiklerinde bundan en çok şikayet edenler haline gelirler. Türkiye tarihi, bu konuda zengin örneklerle dolu.
‘Beyaz rica’
Terör saldırısının ardından Amerika’da yaşananlar, basın özgürlüğü ile ilgili yeni bir tartışma başlattı.
Beyaz Saray sözcüleri, editörleri arayarak bazı ‘ricalar’da bulundular. Bunlar arasında Başkan ve yardımcısının programları ile ilgili detayların yayımlanmaması, Beyaz Saray’ın ayrıntılı fotoğraflarına haberlerde yer verilmemesi, hükümetin istihbarat toplama faaliyetleri ile ilgili haberlerin yazılmaması gibi şeyler var.
Hükümet çevreleri bu isteklerin basına yönelik bir sansür emri olmadığını ve bir ‘rica’ olduğunu özellikle vurguluyor ve gazete editörlerinin bu ricayı geri çevirmeme konusunda söz verdiklerini söylüyorlar.
Pentagon Sözcüsü Victoria Clarke da yakında gazeteciler ve askeri yetkililer arasında bir toplantı yapılacağını ve askeri harekatla ilgili haber alma hakkının sınırlarının konuşulacağını açıkladı. Clarke bunun tek amacının harekat için zararlı olabilecek bir bilginin sızmamasını sağlamak olduğunu söylüyor. Zaten Savunma Bakanı Rumsfeld de gazetecilere harekatla ilgili operasyonel bilgiler veren askeri yetkililerin görevden alınacağını açıklamıştı.
Önemli olan kamu yararı
Beyaz Saray’ın yaptığına benzer ‘rica uyarıları’, ulusal güvenlikle ilgili haberler söz konusu olduğunda dünyanın her yerinde yapılıyor. Ve gazete editörleri de buna uymakta genellikle bir sakınca görmüyorlar. (Elbette basının özgür olduğu ülkelerden söz ediyoruz. Çin’de, İran’da, Suudi Arabistan’da, birçok Orta Asya ve Afrika ülkesinde zaten basın ciddi bir denetim altında.)
Bir gazete editörü olarak hükümetlerin ulusal güvenlik ile ilgili konularda, gerekçelerini açıklayarak ve ikna ederek bazı haberlerin kullanılmamasını ‘rica etmeleri’nde yadırganacak yön göremiyorum. Benzeri durumlarda benim gibi başka birçok Türk meslektaşım da aynı şekilde davranıyor.
Bu bir sansür değil. Evet burada bir oto sansürden söz etmek mümkün ancak bu tamamen gazetecinin kendi vicdanı ve özgür iradesiyle gerçekleşen bir durum.
Eğer yayımlayacağınız haber, gizliliği ortadan kaldırarak başka birçok insanın hayatıyla ilgili ciddi bir sorun yaratacaksa, tanımında herkesin anlaştığı bir ulusal çıkar ile çelişiyorsa, bunu yayımlamaktan vazgeçmekte sakınca yok. Hatta basının görevleri açısından bakarsak bunun da bir tür ‘kamu çıkarı gereği’ olduğunu bile söyleyebiliriz.
Özgür müsünüz?
Burada dikkat edilmesi gereken kavram şu: Elinizdeki haberin yayımlanmamasında bir kamu yararı var mı ve bu kararı kendi özgür iradenizle mi veriyorsunuz?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları, sansür iddialarında ‘ceza tehdidinin varlığı’ şartını arıyor. Eğer ortada bir ceza tehdidi yoksa sansürden söz edilemiyor.
Herkes için olduğu gibi gazeteciler için de zor bir dönem başlıyor. Hem okuyucularınızın her şeyden haberdar olma hakkını koruyacaksınız hem de okuyucularınıza doğrudan zararı dokunabilecek haberleri görmezden geleceksiniz.
Sanıyorum önümüzdeki dönemde en çok bu konu tartışılacak.
