Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Adil yargılanma hakkını sonunda hatırladık

ADALET Bakanı Sadullah Ergin, geçen gün BBP Genel Başkanı ile görüşmesinde özel yetkili mahkemeler ile ilgili olarak yapılacak düzenlemeye neden gerek duyulduğunu açıklarken şöyle konuştu:

“Bu mahkemelerdeki davalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden dönerse zor duruma düşeriz.”

Bakan Ergin, bu mahkemelerin kaldırılmayacağını ama “çok geniş tutulan görev alanlarının daraltılıp, soruşturma usullerinin gözden geçirileceğini” de söyledi.

Bakanın sözlerini okurken, bu mahkemelerde yürümekte olan davalar ile ilgili olarak bu tür endişelerini belirtenlerin “davaları itibarsızlaştırmak” suçlaması ile karşı karşıya kaldıklarını hatırladım.

Savunma hakkının kısıtlandığını, yetersiz deliller ile davalar açıldığını, sanıkların kendilerine yöneltilen suçlamaları dâhi zamanında öğrenemediklerini, delillerin sanık avukatlarından gizlendiğini, birbiriyle ilgisi tam olarak kurulmamış sanıklar ile ilgili iddiaların aynı iddianame torbasına doldurularak davaların sonuçlanmasının geciktirildiğini dile getirenlerin yaylım ateşine tutulduğunu da hatırladım tabii.

Bunca yıl ve adil yargılanma hakları zedelenmiş, hakları ihlâl edilmiş bunca sanıktan sonra Adalet Bakanı’nın bu noktaya gelmiş olmasını olumlu buluyorum.

Bu konuyla ilgili olarak bugüne kadar yaptığım eleştirilerin temelini âdil yargılanma hakkı oluşturuyor.

Bunun için iddia makamı ile savunmanın silahları eşit olmalıydı. Sanıklar somut olarak ne ile suçlandıklarını zamanında öğrenmeliydi. Aylarca tutuklu kalmalarına yol açan delillerin neler olduğunu sanıklar ve avukatları bilmeliydi. Sanıkları kamuoyunda peşinen suçlu ilan eden basın kampanyaları savcılar ve polis tarafından yürütülmemiş olmalıydı.

Yanlışın neresinden dönülürse kârdır.

En azından kendi adıma söyleyebilirim ki suç işleyenlerin cezasız kalmaması gerek. Ama onları cezalandıracağım derken “kurunun yanında yaş da yanabilir” diye meseleye bakmak ve temel hakları ihlal etmek, asıl suçluların bile cezasız kalmasına yol açıyor.

Türkiye’nin geçmişinde karanlıkta kalmış birçok cinayet ve demokrasiyi kesintiye uğratacak birçok girişim olduğu herkesin bildiği bir şey.

Keşke bu iş bir cadı avına dönüştürülüp, muhalif herkesi susturmaya yönelmeseydi. Keşke, savcılar işlerini düzgün yapsalar, sanıklar adil yargılansalar ve Türkiye bu karanlık geçmişiyle kısa sürede hesaplaşabilseydi.

Birkaç fırın ekmek meselesi

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kürt sorununa ortak bir çözüm bulma önerisini görüşmek için buluştuklarında çok kişi umutlanmıştı.

Türk siyasetinde zaman zaman böyle bahar havası estiği oluyor. Birbirleri hakkında bazen hakarete varan sözler söyleyen siyasetçilerin, bir ortak meselenin çözümü için yan yana gelmesinin böyle bir heyecan yaratması doğal.

Ama unutmayalı m ki siyaset de Türkiye’de kendi doğal mecrası içinde sürüyor. Bu siyaset kültüründe “uzlaşma”, bir meseleyi medeni bir şekilde karşılıklı tartışıp bir ortak yol bulma geleneği yok.

“Bahar havası” her zaman kısa sürüyor, çok geçmeden gökyüzü yine şimşeklerin patladığı karanlık bulutlar ile kaplanıyor.

Geçen gün Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan’ı bu uzlaşma arayışlarına zarar vermemesi için üslubuna dikkat etmeye çağırdı. Özenli seçilmiş ifadeler kullandı.

Yanıtını da almakta gecikmedi. Başbakan, bu çağrıya şöyle yanıt verdi: “Sayın Kılıçdaroğlu, sizin siyasette bir kere ders verme, müderrislik makamına erişmeniz için daha çok ekmek yemeniz, çok toz yutmanız lazım. Siz şu anda öğüt verme değil, öğüt alma makamındasınız.”

Bu sözlerini okurken ben de şöyle düşündüm: Evet, Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’de siyaset yapma biçimini anlayabilmesi için daha birkaç fırın ekmek yemesi lazım!

Başbakan’ın siyasal kültüründe ve siyaset yapma tarzında uzlaşma diye bir şey olmadığını anlayabilmesi için de!

Başbakan’ın kendisini herkesin öğretmeni ve ustası zannettiğini anlayabilmesi için de!

Fotoğraflı meslek etiği dersi!

İZMİR’de karakola götürdükleri bir kadına döverek işkence yapmak suçlamasıyla yargılanan polisler ile ilgili disiplin soruşturması tamamlanmış. Polislere verilen disiplin cezası “bir yıl süreyle kademe ilerlemelerinin durdurulmasından” ibaret.

Emniyet Disiplin Tüzüğü’ndeki “meslekten men” cezası uygun görülmemiş ve polisler İstanbul’a tayin edilmişler. Böylece İstanbul’un da bir “sürgün yeri” olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz ki Emniyet bu konuda haklı olabilir. Polis maaşıyla İstanbul gibi bir kentte geçinmek ve çocuk okutmak gerçekten çok zor bir iş!

O zaman şunu da sormam gerekiyor: Görevlerini layıkıyla yerine getiren, kısıtlı olanaklara rağmen fedakârca çalışan, çok uzun sürelerle mesai yapmak zorunda kalan ve yetersiz maaşlarla geçinmeye çalışan iyi polislerin suçları ne ki onlara da İstanbul sıkıntısı yaşattırılıyor?

Hatalı işler yapan devlet memurlarının âmirleri tarafından korunmaları durumu elbette sadece Emniyet’te yaşanmıyor, haksızlık etmeyeyim. İzmir Tabip Odası da, dayaktan yüzü gözü şişmiş kadına “işkence görmedi” raporu veren hekimin “bulgularını raporuna yazmakta bir hatası olmadığına” karar vermiş. Bunun adına “meslek dayanışması” mı demeliydim acaba?

En iyisi şöyle bir öneri yapayım: Kadının karakoldan çıktıktan sonraki halini gösteren fotoğrafları gazetelerde yayımlandı. O fotoğraf büyütülsün, çerçeveletilsin ve İzmir Tabip Odası’nın bürolarına asılsın! Tabip Odası’na girip çıkan hekimler için iyi bir “meslek etiği” dersi de olacaktır!