Akfırat davasında siyasi baskı mı var?
BU köşede bir türlü yürümek bilmeyen soruşturmalar ve davalar ile ilgili hatırlatmalar yapıyorum. Deniz Feneri soruşturması ve KPSS soruşturması bunlardan ikisi. Soruşturmalar bir türlü ilerleyemiyor.
Ve ister istemez bunu bir tür “siyasi baskının” varlığına işaret olarak kabul etmek zorunda kalıyorum.
Böyle bir kuşkuyu yaratan dava da İstanbul Akfırat Belediyesi’ndeki yolsuzluk ile ilgili.
Akfırat Belediyesi’nin AKP’li eski başkanının da tutuklu olarak yargılandığı dava sürerken ilginç bir gelişme yaşanmıştı.
Akfırat Davası’nda tutuklu olarak yargılanan eski Akfırat Belediyesi Muhasebe Müdürü Şahin Yiğit, 13 sayfalık bir ödeme çizelgesini savcılığa ulaştırarak belediyede kayıt dışı para havuzu oluşturulduğunu ve havuzda en az 1 milyon 208 bin 427 TL’lik para hareketi yaşandığını itiraf etmişti.
Yiğit daha sonra “etkin pişmanlıktan yararlanmak” için 30 Temmuz 2009’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na 31 sayfalık bir itiraf dilekçesi gönderdi.
Şahin, ikinci kez alınan ifadesinde belediyede toplanan kayıt dışı paranın bir bölümünün AKP’ye aktarıldığını iddia etmiş ve hangi isimlere ne kadar para aktarıldığı ile ilgili olarak tuttuğu notları vermişti.
Davaya bakan savcı, bu bilgiler üzerine Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı olarak bağış kabul ettikleri iddiasıyla AKP’li Tuzla Belediye Başkanı ve eski AKP Tuzla İlçe Başkanı ile beş AKP il yöneticisi hakkında yetkisizlik kararı verdi ve bu dosyayı ana davadan ayırarak 16 Eylül 2009 tarihinde Tuzla Cumhuriyet Savcılığı’na gönderdi.
O günden beri de dosyada bir ilerleme kaydedilemedi.
15 aydır dosya kapağı açılmadan öylece kuzu kuzu yatıyor!
Bu arada “görevi kötüye kullanmanın” cezası da indirildi, sanıklar bu sayede ondan da yararlanacaklar.
Ama öyle görünüyor ki zaten buna da gerek kalmayacak, dosya bir punduna getirilip zaman aşımına bile girecek!
Evet, adliyenin yükünün çok fazla olduğunu biliyorum. Savcıların ve yargıçların ağır bir iş yükü altında olduklarını, binlerce dosyanın mahkemelerde beklediğini biliyorum.
Ama böylesine önemli siyasi sonuçları olabilecek davaların tozlu raflarda unutulup gitmesini de kabul edemiyorum!
İçişleri Bakanı kişisel prestijini düşünmeli
İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay, İstanbul Dolmabahçe’de öğrencilerin dayak yediği olaylardan sonra 40 değişik kamera ile çekilmiş görüntüleri bizzat taramıştı, hatırlayacaksınız.
Bakan, öğrencilerin kendilerini polisin tekmesinin ve copunun önüne atarak mağdur numarası yaptıklarına inanıyor, bunu da biliyorsunuz.
Tabi bunları söyleyen bir bakan olunca ciddiye almamak olmaz. Ben ciddiye aldım.
Hatırlayacaksınız o olaylarda bir öğrencinin gözaltına alınırken çekilmiş fotoğrafları vardı. Sonra aynı öğrencinin bir fotoğrafı da gözaltından çıktıktan sonra çekildi.
İki fotoğraf arasında bir fark vardı: Öğrencinin burnu kırılmıştı!
Şimdi kırk tane kamera ile çalışan polisin, bu anı görüntülememiş olduğuna inanmıyorum.
Yani o burnun kırıldığı anda, o eylemi gerçekleştiren polislerin görüntüleri Emniyet’in elinde.
Muhtemelen Bakan Atalay da o saatler süren görüntüleri incelerken bu görüntülere de rastlamış olmalı.
Normal bir ülkede yaşasaydık, İstanbul’daki bir savcı o öğrencinin burnunun gözaltında kırıldığına ilişkin haberler üzerine soruşturma açar, gerekirse mahkemeden de karar çıkartıp, gidip o filmlere el koyardı. Bunu yapardı ki gözaltındaki işkence ile ilgili deliller karartılmasın!
Ama böyle bir savcı ne yazık ki çıkmadı. Kim bilir, belki de yeni HSYK’nın yapısına bakarak “hükümet ile başımızı derde sokmayalım” diye düşündüler içlerinden.
Ama şu da bir gerçek ki ortada ciddi bir işkence suçu var. Bakan ve İstanbul Emniyet Müdürü bunu görmezden gelme hakkına sahip değiller.
Görmezden gelirlerse ileride şöyle hatırlanacaklar: Onların döneminde öğrencilere gözaltında işkence yapıldı, burnu kırılan öğrenci bile oldu!
Bir gazeteci olarak İçişleri Bakanı’ndan talebim bu işin üstünü örtmemesi. O filmleri Emniyet’ten istesin ve savcılığa suç duyurusunda bulunsun.
Bizde o zaman inanalım ki İçişleri Bakanı, işkence ve kötü muameleye karşı bir kişilik. Yoksa aksine inanmak zorunda kalacağım.
Annelere bunu önermiyorum!
GEÇTİĞİMİZ cumartesi günü “Cumartesi Anneleri” 300. kez Galatasaray’da toplandılar.
Gözaltına alındıktan sonra bir daha kendilerinden haber alınamayan Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç için başlayan protesto, katılımcıların sayısı her yıl artarak devam etti.
Şu anda gözaltında kaybolanların sayısı 500’ün üzerinde.
Ve bu konuda ciddi bir araştırma da halen yapılabilmiş değil. TBMM’deki bu tür girişimlerin AKP tarafından engellendiğini biliyoruz.
Bu haftaki toplantıya katılanlardan 150 anne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek istemiş.
Bunu kendilerine pek önermiyorum. Başbakan ile görüşüp, bir dilekçe vermek isteyen öğrencilerin başına nelerin geldiğini hatırlasınlar ve isteklerini gerçekleştirmek için ısrarlı olmasınlar.
İktidarın bu konuda ileri adımlar atıp, bu işi gönüllü olarak araştıracağına pek ihtimal vermiyorum. TBMM’deki tutumları ortada çünkü!
Görev muhalefete düşüyor. Türkiye tarihinin önemli yüz karalarından birinin peşinde olmak onların görevidir.
Bunu yaparlarsa, AKP’nin nasıl “kendine demokrat” ideoloji olduğunu da göstereceklerdir.