Amerika Mersin’e biz ise tam tersine
ÇOCUKLUĞUMDA babam ve arkadaşlarının sohbetlerine kulak kabarttığımda en çok duyduğum konulardan biri de Türkiye’nin “Küçük Amerika” olup olamayacağıydı.
İçi boş böbürlenmeye dönüşmediği sürece insanların ve ülkelerin ulaşmayı istedikleri iyi bir hedeflerinin olmasını yararlı bulurum. Bu açıdan Türkiye’nin “Küçük Amerika” olma hedefi de elbette olumlu bir hedefti. Ama o yıllarda sanki bu hedefe ulaşmamıza iki adım kalmış gibi bir hava da pompalanıyordu, bunu hatırlıyorum.
Bir de şunu hatırlıyorum: Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak isteyen siyasi akım bunu sadece “ekonomi ile ilgili rakamlardan” ibaret görüyordu. Demokrasi ve bireysel özgürlükler gibi konular gündemlerinde hiçbir zaman olmadı, bunu da büyüdükçe fark ettim.
Pazar günü Hürriyet’in ekonomi sayfalarında bir haber okurken “Küçük Amerika” meselesini yine hatırladım.
Coca-Cola geçen yıl Türkiye’de 547 milyon kasa satış yapmış. Coca-Cola Türkiye, Coca-Cola Company şirketleri arasında 1964’ten beri ilk kez ilk on içine girmiş. Kişi başı tüketimimiz bu marka için yıllık 159 şişeye çıkmış.
Gazetelerin ekonomi bölümü editörleri “başarı” haberlerini severler, bu da hiç kuşkusuz gerçekleştiren şirketin yöneticilerinin hesabına yazılacak önemli bir başarı.
Bu marka için yıllık tüketim kişi başına 159 şişeyse, Türkiye’de karbonatlı ve şekerli içeceklerin kişi başı tüketiminin bunun en az iki misli olduğunu varsaymamız gerekiyor. Gerçi pazar payları konusunda bir fikrim yok, yanlış bir hesap yapıyor olabilirim ama hesap yanlışsa da doğrusu bu tüketimin 159 x 2’den daha fazla olmasını gerektirir diye düşünüyorum.
Amerika’da kişi başına tüketilen karbonatlı ve kolalı içecekler günde 2 şişe. Yani bu açıdan bakılacak olursa “Küçük Amerika” olmaya doğru bir ilerleme var, çünkü şirket yetkilisi tüketimin artmakta olduğunu söylüyor.
Ama bu ölçüyle “Küçük Amerika” olacak isek şunu da söyleyebilirim: Amerika Mersin’e gidiyor, biz ise tam tersine! Amerika’da bu tür içeceklerin tüketimi 1998’den bu yana yüzde 16 düşmüş bulunuyor!
New York Times’ta okuduğum bir haber, bazı okullarda sabahleyin çocukların üzerinin arandığını ve çantalarındaki bu tür içeceklerin toplanıp çöpe atıldığını anlatıyordu.
“Sağlıklı Nesiller İçin Birlik” isimli bir kuruluşun, okullarda uygulamaya soktuğu “sağlıklı beslenme” programının bir sonucu bu uygulama. Programa dahil olan okullardaki kafeteryalarda da sadece su, az yağlı süt ve katkısız meyve suları satılıyor. Şekerli ve karbonatlı içecekler tamamen kaldırılmış.
Amaç artık bir “salgın hastalık” muamelesi gören obezite ve bunun giderek artan toplumsal maliyeti ile mücadele etmek.
Bizdeki “Okul Sütü” projesi de bu açıdan önemli bir adım ama toplumsal olarak aşırı şeker ile tatlandırılmış, karbonatlı içeceklere karşı bir hassasiyet geliştirebilmiş değiliz.
Beverage Digest dergisinde yayımlanan bir araştırma Amerika’da şekerli-karbonatlı içecek tüketimindeki düşmeye paralel olarak, şişelenmiş su ve şeker-karbonat içermeyen alkolsüz içeceklerin tüketiminin arttığını gösteriyor. Düşüş ile artış neredeyse birbirine eşit.
İş söze geldiği zaman çocuklarını bizden daha çok seven kimseler yok. Ama çocuklarımız okullarda ne yiyor, ne içiyor pek umurumuzda değil gibi.
Bir ölüm ilanı okudum, kendime sinir oldum
GAZETECİLİĞE başladığımda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ikinci sınıfından üçüncü sınıfına yeni geçmiştim. Yaklaşık 36 senedir de kısa bir üniversite asistanlığı deneyimim dışında başka bir iş ile meşgul olmadım. Geriye dönüp baktığımda çıkardığım bilanço yapmak istediğim her şeyi yaptığımı düşündürüyor bana. 30 küsur dergi ve dördünün kurucusu olduğum 5 gazetede genel yayın müdürlüğü yaptım, şimdi de her gün Türkiye’nin en önemli gazetesinde köşe yazıyorum. (Özdemir İnce’ye yaptığı saygısızlığı eleştirdiğim bir arkadaş twitter’da “aklımın yayımladığım ve dört sene genel yayın müdürlüğünü yaptığım gazetede kaldığını ve her yıl 23 Nisan’da bir günlüğüne o gazeteye genel yayın müdürü yapılmamın iyi olacağını” yazmış. Düşündüm, fena fikir değil. Senede bir gün de olsa çok satan bir gazetede yazı yazmak o arkadaşa da iyi gelecektir, buna eminim.)
Ama bu bilançoya rağmen yapamadığım şeyler olduğunu da biliyorum. Bunlardan biri daha çok Anglosakson geleneğindeki gazetelerde yer alan “ölüm ilanları” gibi bir sayfayı yapmayı başaramamış olmam.
Bunlar bizdeki gibi parayla verilen ölüm ilanları değil. Daha çok ölen kişinin ardından yazılmış bir anma yazısı. Ölen ünlü kişiler hakkında olabileceği gibi “sıradan” diye tanımlayabileceğimiz insanlar hakkında da olabiliyor ve daha çok da böyleler zaten.
Bu yazılar, “sıradan bir hayat yaşadığını” düşündüğümüz insanların değerlerinin ve önemlerinin altını çizer. Bir lise öğretmeninin, bir mühendisin, bir hekimin, unutulmuş bir sporcunun insanların hayatlarına nasıl dokunduklarını ve iyi izler bırakabildiklerini böylece öğrenirsiniz. Hem geride kalanlar için ölenin anısına yönelik bir saygı ifadesidir hem de sağlığında işini iyi yapabilen bir insanın topluma nasıl yararlı olabildiğini gösteren bir rehberdir.
Sağlıklı beslenmenin değerini bilmediğim günlerdeki “takıntım” olan arası kaymaklı çikolatalı bisküvi “Oreo”nun mucidi Sam J. Porcello’nun ölümünü Daily News’teki bir yazıdan öğrendim. Yazar David Hinckley de böyle bir “ölüm anma yazısından” haberdar olmuş bu durumdan.
İki yuvarlak bisküvinin hamuruna kakao koymayı sonra bunları aralarını kaymak ile doldurarak birbirine yapıştırmayı akıl etmek şimdi çok zor bir işmiş gibi gelmiyor tabii. Ama unutmayalım ki marifet zaten bunu ilk yapmayı akıl etmekte.
Parcello’nun bir aile babası olarak yaşamını ve gıda sanayine katkılarını anlatan bu yazıyı okurken, kendime yayımladığım gazetelerde bu işi yapmayı başaramadığım için bir kez daha sinir oldum.
Türkiye’de de birçok insan vade gelince aramızdan ayrılıyor. Öğretmen olarak, üniversite hocası olarak, mühendis, mimar, hekim, marangoz, kasap olarak hayatlarımıza dokunmuşlar, yararlı işler yapmışlar.
Hürriyet şimdi gazetecilikte yeni bir döneme geçmeye çalışıyor. Değişen zamana uygun ve Hürriyet’i içerik olarak geleceğe taşıyacak bir proje bu. Acaba gazetemizin yöneticileri bu yeni dönemde böyle bir bölüm açmayı düşünürler mi?
Geçmişte benim bunu yapamamış olmamın iki nedeni vardı: Bu tür yazıları yazacak adamım yoktu, adamı bulsam maaşını verecek bütçem yoktu ve gazetelerimin sayfa sayıları sınırlıydı.
Oysa şimdi gazetemizin son derece güçlü bir internet yayıncılığı bölümü var ve orada sayfa sınırlaması da yok. Ayrıca çok sayıda genç gazeteci de bir iş bulmak için çırpınıyor.
Ben önermiş olayım, bakarsınız günün birinde gerçekleşir.