Bir politik demagoji örneği
AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, “Türkiye Buluşmaları” isimli bir toplantıda konuşurken “Yargıyı ele geçirmek istiyorsunuz diyorlar. Hükümeti Danıştay denetliyor. TBMM’yi kim denetliyor? Anayasa Mahkemesi denetliyor. Peki, yargıyı kim denetleyecek” diye sordu.
Tipik bir politik demagoji diye düşündüm bunu okurken. Böyle alengirli sorularla belli ki halkın kafası karıştırılmak isteniyor.
Sorunun yanıtı belli aslında: Yargıyı, dünyanın başka yerlerindeki hukuk devletlerinde kim denetliyorsa, Türkiye’de de o denetleyecek! Yani bu işi yargının kendisi yapacak.
Yargı, kendi içinden demokratik yollarla seçilmiş bir heyet tarafından denetlenecek. Yargıçların ve savcıların atanmaları ve terfileri, önceden belirlenmiş somut kurallara uyularak bu heyet tarafından yapılacak.
Anayasa Mahkemesi gibi bir yüksek mahkeme ise toplumdaki tüm eğilimleri temsil edecek bir şekilde yine seçimle oluşturulacak. Oraya TBMM de üye seçecek, üniversiteler de, yüksek yargı organları da.
Ama bu AKP’nin istediği gibi bir “tek adam seçimine” dönüşmeyecek. Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin neredeyse dörtte üçünü seçmek bir tek kişinin siyasi eğilimine bağlı olmayacak.
Bugün tartıştığımız mesele de esasen bundan başka bir şey değil. 12 Eylül Anayasası’nın sorunlarından birini çözmek, yeni bir soruna yol açmasın, bütün meselemiz bu.
Çelik, konuşmasında “Anayasası bozuk bir ülkede insan şeref ve haysiyetinden söz edilemeyeceğini” de söylemiş.
Merak ettim: 12 Eylül Anayasası’nı değiştirip insan şeref ve haysiyetine uygun hale getirmek isterlerken YÖK neden akıllarına gelmedi? YÖK’ü artık istedikleri gibi kullanabildikleri için mi?
Başbakan’ın çifte standardı
GAZETECİ İrfan Aktan ve Express Dergisi editörü Merve Erol, bir haberde aktardıkları bir konuşma nedeniyle Terörle Mücadele Kanunu’na muhalefetten mahkûm oldular. Aktan’ın cezası, hapis, Erol’un cezası para cezası olarak çekilecek. Mahkûmiyet haberleri gazetelerde yayımlandığından beri dikkatle izliyorum.
Bununla ilgili birçok haber ve söyleşi yayımlandı, köşe yazıları yazıldı, televizyon programları yapıldı. Yani duymayanın kalmış olması pek mümkün değil.
Ama ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ne de herhangi bir AKP yetkilisinin bir geçmiş olsun telefonu açtığını duymadım, okumadım. Bununla ilgili bir demeç de vermediler ki biliyorsunuz her gün her konuda onlarca demeç verebilme yeteneklerine sahipler.
Hatırlayacaksınız, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “hazırlık soruşturmasının gizliliğine riayet etmediği” gerekçesiyle mahkûm edilen bir gazeteciyi bizzat telefonla arayarak geçmiş olsun demiş, “bu yasanın düzeltileceği” sözünü de vermişti.
Gazetecilerin yazdıkları yazılar ve haberler nedeniyle, eğer kişisel bir hakaret yoksa mahkûm edilmeleri bir demokraside kabul edilebilir bir durum değil.
Başbakan’ın da bu titizlikte olduğu için o gazeteciyi aradığını düşünmüştüm ama Aktan ile ilgili herhangi bir üzüntü beyanında bulunmadığı da dikkatimden kaçmadı.
Bunun bir tek nedeni var: Başbakan’ın demokrasi anlayışı çifte standartlı. Kendisine yakın gördükleri için kabul edilebilir bulduğu söz söyleme, haber yorum yazma özgürlüğünü, kendisine uzak gördüğü gazetecilerden esirgiyor!
Beğendiği şeyleri yazanlara sınırsız özgürlük istiyor, beğenmediği şeyler yazanlara da “hak ettiler” diye bakıyor olmalı.
Üstelik bu mesele, Başbakan’ın kokteyller, kahvaltılar, yemeklerle anlatmaya çalıştığı “demokratik açılım” ile de yakından ilgili.
Bazı gazeteciler konuşamayacak ve yazamayacaksa bu “açılım”, nasıl “demokratik” olacak?
Ben kimin avukatıyım?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, “Türkiye’de bu hükümet, İsrail’de de o hükümet giderse Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzeleceğini” yazan gazetecilere “Sen kimin avukatısın ya” diye sordu.
Doğal olarak soruyu üzerime alındım, çünkü bu cümleyi ben yazmıştım.
Madem merak ediliyor söyleyeyim: Ben kendi fikirlerimin avukatıyım. Türkiye ve İsrail halkları arasında çatışma ve sorun olmasının iki halkın çıkarlarına aykırı olduğunu düşündüğüm için bir anlamda Türkiye ve İsrail halklarının da avukatı sayılırım.
Soruyu böylece yanıtladığıma göre, şimdi esas meseleye geçebilirim. Başbakan’ın “avukatlık” mesleği ile ilgili bir sorunu var gibi geliyor bana.
Birisi bir söz söyledi ve Başbakan bunu beğenmediyse soru hazır: “Sen kimin avukatısın?”
Soru böyle ortaya konunca ister istemez Başbakan’ın bu durumu “olumsuzladığını” düşünüyorum.
Oysa avukatlık, başka meslekler gibi saygıdeğer bir meslektir. Avukat için savunduğu kişinin ya da durumun önemi elbette vardır ama asıl olan herkesin hakkının hukuk kuralları içinde savunulabiliyor olmasıdır.
En azılı katilin bile hukuk desteği almak ve savunulmak hakkı vardır ve avukatlar da bunun için vardırlar.
Bu nedenle avukatları, savundukları kişilere ya da durumlara bakarak yargılamak, onlara kötü bir iş yapmakta olduklarını söylemek kimsenin haddi olmamalıdır.
Öte yandan bu soru Başbakan’ın kendisini hem savcı hem yargıç yerine koyduğunu da düşündürtüyor bana. Bir mesele hakkında iddiada bulunuyor, kararı da kendisi veriyor, sonra o karara karşı çıkanlara kızıyor.
Demokratik bir ülkede sıkça tekrarlanması hiç iyi bir durum değil, söylemiş olayım.