Bülent Bey’in ‘gerçek sanatçı’ özlemi!
BAŞBAKAN emir verince tiyatroların özelleştirilmesi için Bakanlar Kurulu’nda bir taslak hazırlanması kararlaştırılmış.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bunu açıklarken şöyle bir söz de söyledi:
Bakıyorum, yandaş yazarları da tatlı bir heyecan sarmış. Şimdi işaret edilen yere doğru atışa başlamışlar. Hemen hepsinin yazılarında “gerçek sanattan ve sanatçıdan” söz ediliyor. “Sözde sanatçıların” sonunun geldiğinden neşe içinde bahsediliyor.
Hiç şaşırtıcı bir durum değil bu.
Otoriter yönetimlerin aktörlerinin temel tutumu budur. Kenan Evren “Ne yapayım böyle aydını” diyordu, bunlar şimdi “Ne yapayım böyle sanatçıyı” diyorlar. Zaten “Tükürürüm böyle sanatın içine” gibi özlü bir sözü söyleyen de aralarında.
Toplum mühendisliğine soyununca kaçınılmaz olan bir durum bu.
Kafasındaki “tek tipleştirilmiş” insanı yaratmak isteyen her diktatör böyle yaptı.
Kundera, Havel, Soljenitsin gibiler ülkelerini yöneten diktatörlerin “gerçek sanatçı” tanımına uymadıkları için itilip kakıldılar. Şili’de Neruda, cuntanın “gerçek sanatçı” tanımına uymadığı için hasta yatağında kuşatıldı. Bizde de örneği çok. Nâzım’dan, Sabahattin Ali’den günümüze kadar birçok sanatçı, yazar yaşadıkları dönemin muktedirlerinin “gerçek sanatçı-gerçek aydın” tanımına uymadıkları için hapislerde süründürüldüler, öldürüldüler.
Otoriter bir yönetimin, bir demokrasiden farkı böyle konularda ortaya çıkıyor hep.
Onlar, her şeyin en iyisini biliyorlar çünkü. İnsanların hangi diziyi izlemesi gerektiğini de en iyi onlar biliyor, hangi heykelin “ucube” olduğunu da! Sağ ellerinin işaretparmağını burnumuza doğru sallıyor ve herkesi terbiye etmeye çalışıyorlar: Onu seyretme, bunu okuma, şunu görme!
Şimdi tabii “gerçek sanatçılara” ve “gerçek sanat yatırımcısına” yer açmak için, “sözde sanatçıları” ortadan kaldırmanın, uzak diyarlara sürgüne göndermenin olanağı pek yok. Denk getirilirse bazılarını, yıllarca sürecek davaların içine sanık diye sokuşturmak elbette mümkün ama hangi biriyle baş edeceksiniz?
Onun için şimdi “sözde sanatçıların” kapının önüne konulup, işsiz bırakılmaları gerekiyor ki “gerçek sanatçılar” yükselsin.
Uzmanlığa değer vermeyince böyle olur
DÜNKÜ gazetelerin verdiği sayılara bakarsak “okul sütü projesi”nin ilk gününde rahatsızlanarak hastaneye kaldırılan çocukların sayısı 1800 civarında. Rahatsızlandığı halde bu sayıya girmeyen, hastane yerine “İshal oldum” diyerek eve giden çok çocuk vardır, kuşkunuz olmasın.
Birçok velinin “Çocuklarımıza bozuk süt verdiler” diye isyan ettikleri haberlerde yer alıyor. Tarım Bakanı Mehdi Eker “Kesinlikle gıda zehirlenmesi değil, laktoz hassasiyeti” diyor ama bizim gibi her taşın altında bir hırsızın arandığı (ve ne yazık ki çoğu zaman da bulunduğu) bir ülkede bu sözleri dinleyecek çok insan çıkmıyor. Elbette söz konusu sütler ile ilgili olarak yapılan incelemeden sonra daha iyi anlayacağız ne olduğunu ama dün de yazdığım gibi bu konuda ciddi bir kişisel deneyimim var ve laktoz hassasiyeti küçümsenip geçiştirilebilecek bir durum değil.
Ben peynir yiyebilirim, yoğurt yiyebilirim, ama içinde mayalanmamış sütün bulunduğu hemen her şeyden rahatsız olurum, süt içmeyi ise aklımdan dahi geçiremem.
Ve benim gibi insanların sayısı hiç de az değil.
Bu meselede sorunumuz, merkezi bürokrasinin “okul sütü projesi” başlatılırken uzman görüşlerine değer vermemesidir. Eğer, bu proje ile ilgili hazırlıklar yapılırken, Ziraat ve Tıp Fakülteleri’nin ilgili hocalarının bilgilerinden yararlanılsaydı, laktoz hassasiyeti olan çocukları belirlemek ve onlara “laktaz süt” verilmesini sağlamak mümkün olabilirdi. Ülkemizdeki süt sanayi, içine laktaz ilave edilerek laktozu parçalanmış süt üretebiliyor, hassas çocuklara o süt verilebilirdi.
Her konuda dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Merkezi bürokrasi her şeyi Ankara’da bir masanın başında oturup çözümlemek gibi bir reflekse sahip. En iyiyi kendilerinin bildiğine iman ettikleri için uzmanlığa da değer verilmiyor, hiçbir konu iyice tartışılmıyor.
Ayrıca dün yazdığım acı gerçeği bir kez daha hatırlatmak istiyorum: Ülkemizde bunca çocuk süt ile ilk kez okulda karşılaştı. Evlerinde daha önce süt içemedikleri için laktoz hassasiyetleri bilinmiyordu, zehirlendikleri sanıldı.
Böyle bir ülkede “okulda süt projesi”ni desteklemek gerekir ama bürokrasinin de bir an önce hatasını görüp işi düzeltmesi şartıyla!
Gün gelir biz de burada kutlarız belki
DÜN Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen “Dünya Basın Özgürlüğü” günüydü.
Ve memleketimizde “manzara-i umumi” dün itibariyle şöyleydi:
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’ne göre Türkiye, basın özgürlüğü açısından 179 ülke içinde 148. sırada. Freedom House sıralamasında ise, Türkiye 197 ülke içinde 121. sırada yer alıyor.
Bir gazeteci olarak bu ülkede yaşıyorum ve aslına bakarsanız bu saydığım uluslararası kuruluşların tanıklığına ihtiyacım da yok.
Türkiye’de eskiden “Matbuat kanunlar dairesinde hürdür” idi, şimdi “İktidarın çizdiği sınırlar içinde hürdür” dönemini yaşıyoruz.
İkisi arasında ne fark vardır diye soracak olursanız, çok fark da yoktur, çünkü bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü, her zaman muktedirlerin en çok korktukları özgürlük oldu.
İktidar sözcülerine ve yandaşlara bakarsanız, tutuklu ya da hükümlü olarak hapiste bulunan gazeteciler “terörist” oldukları için hapisteler.
Mustafa Balbay’ı, Tuncay Özkan’ı, Odatv ekibini, “KCK’lı-dır, Devrimci Karargâh’tandır” diye tutuklanan onlarca gazeteciyi böyle niteliyorlar.
Ama bunlar nasıl teröristler ise ellerine silah almamışlar, kimseye bir zarar vermemişler. Sorgularında “O yazıyı neden yazdın, bu haberi nerden buldun, o röportajı niye yaptın”dan başka sorularla karşılaşmamışlar ve şimdi onların terörist olduğuna inanmamızı istiyorlar.
Özgür ülkelerin gazetecilerinin geçmiş “Dünya Basın Özgürlüğü” gününü kutlarım, dilerim günün birinde bizim ülkemizde de kutlayabilelim!