Eskiden ‘aşk mektubu’ diye bir şey vardı
DÜN Günaydın gazetesinde ilginç bir haber okudum. Kahramanların isimleri önemli değil, magazin dünyasının tanıdık isimlerinden diye tarif edeyim, yeterli olur.
Çift bir yıl evli kaldıktan sonra boşanmış. Erkek, geçenlerde kadına bir cep telefonu mesajı göndermiş. Mesajda “Seni seviyorum, ne olursa olsun senden vazgeçemem” diye yazıyormuş. Anladığım kadarıyla kadın da bu mesaj nedeniyle mutlu olmuş, zaten kim sevildiğini duymaktan rahatsız olur ki?
Fakat olaylar tahmin ettiğimiz yönde gerçekleşmemiş, kadın, erkeğin yeni bir evlilik yaptığını mesajı aldığının ertesi gün gazetelerden okuyunca şok geçirmiş ve belli ki bu hızla gazetecileri arayıp, durumu aktarmış.
Geçenlerde de yine magazin dünyasının tanıdığı bir başka erkek, artık ayrıldığını bir twit atarak ilan etmiş, kadın da durumu böyle öğrenmişti.
Bunları okuyunca, eskinin dolmakalemle beyaz kâğıda yazılmış aşk mektuplarını hatırladım.
Artık bir mektup yazıp, onu bir zarfa koyup gönderen ve sonra yanıt bekleyen kimse kalmadı gibi. Posta kutumdan sadece ilan broşürleri, banka kartı ekstreleri vs. çıkıyor.
Bussy – Rabutin, 1666 yılında, demek ki yaklaşık 3,5 asır önce şöyle bir şiir yazmış:
“Çünkü sahip olduğu yazı takımı / Her zaman iyi durumda olmayan bir âşık, / Silahsız savaşa gidip / Zafer bekleyen bir adamdır.” (Doğan Hızlan’ın kalemleri gözümün önüne geldi bu şiiri okurken. Her savaştan galip çıkabilmesinin nedeni kesinlikle bu olmalı.)
Bu şiiri okuduğum ilginç bir kitapta buldum. (Gönül Çelmenin Tarihi, Jean Claude, Bologne, Çeviren: Erkan Ataçay, Dost Yayınevi.)
Kitapta “aşk mektupları”nın, bir kadının (ya da erkeğin) gönlünü çelmedeki rolünü ve işlevini anlatan bir bölüm de yer alıyor.
Bana, aşk mektupları sanki posta hizmetlerinin icat olduğu günden beri vardılar gibi geliyor ama öyle değilmiş. Aşk mektuplarının insanların hayatına girişi 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren olmuş ve ancak ondan sonra aşk eyleminin bir parçası haline gelmiş.
Mektupla aşk ilan etmenin modası önce İtalya’da ortaya çıkmış ve daha çok Fransa’da benimsenmiş. Modanın hızla yayılma nedeni de “örnek aşk mektupları” içeren bir tür katalogların yayımlanmaya başlaması.
Bunlar gönül okşayan, bol edebiyat parçalanan mektuplar. Bunları alıyor ve içinden bir tanesini seçip, bir kâğıda dökerek âşık olduğunuz kişiye yolluyorsunuz.
Tuhaf bir durum! O duyguları paylaşıyor olsanız bile sizin yazmadığınız, mektupla ilanı aşk ettiğiniz kişi tarafından da biliniyor ve hayrettir ki işe yarıyor!
Fikir de Fransa Kralı 3. Henri’den çıkmış. İtalyanca öğretmeni Corbellini’ye talimat vermiş, ülkesinde yazılan aşk mektuplarından bir derleme yapmasını istemiş. Bununla da yetinmemiş, kendisi de çoğu elbette kişisel amaçları için olmak üzere aşk mektupları yazmış. Saraya yakın tanıdığı yazarlardan da değişik aşk mektupları yazmasını istemiş. Ve ortaya büyük bir külliyat çıkmış.
Günümüzde o katalogların gördüğü işlev internete de yüklenmiş durumda. İnternette birçok aşk mektubu örneği var, hatta bununla yetinmeyip günün ruhuna uygun olarak “aşk SMS’leri örnekleri” bile yazılmış.
Aşk mektupları ile ilgili kitaplar ise günümüzde “örnek” olsunlar diye yayımlanmıyorlar tabii. Bunlar daha çok tanıdığımız yazarların, ressamların, kısacası değişik sanatçıların âşık oldukları insanlar ile olan mektuplaşmaları. Çoğunun edebi değeri de var ve doğrusunu isterseniz böyle bir kitabı okurken kendimi bir dedikoduya kulak kabartıyormuş gibi hissetmiyor da değilim.
O yıllarda aşk mektubu alan bir kadının bunu okumasına bile hoş gözle bakılmazmış ve kadın genellikle “konunun ailesi ile görüşülmesini isteyen” mesafeli bir mektup ile yanıt verirmiş.
En ilginci ise bir tüccar olan Jean Maillefet’nin, Madeleine Ravaux’ya yazdığı mektubun başına gelen. Adam, hayatını anlattığı kitabında bunu şöyle yazıyor: “Mektubumu almış, ama bu mektubu hiç açmadan ve içine bakmadan, evlenmemizden 15 gün sonra ağzı kapalı biçimde geri verdi.”
Aşk mektuplarından söz ederken Erol Sayan’ın hüzzam şarkısını hatırlamamak da olmaz tabii: “Yine yakmış yar mektubun ucunu.”
Gerçek anlamda “hasretinden yanıyorum” diyerek mektubun ucu yakılmış mıdır, yoksa güfte yazarı bu duyguyu bize böyle mi iletmek istiyor, bilebilmek zor tabii.
Gençlik yıllarımda benim de aşk mektupları yazmışlığım var tabii. Bunların birçoğunu sahiplerine ulaştırmaya cesaret edemediğimi de belirteyim ki sanırım bu konuda yalnız sayılmam.
Şimdi e–posta ve SMS olanakları varken, Facebook denen şey zaten sadece bunun için icat edilmişken, kimsenin oturup uzun uzun aşk mektubu yazmasına da gerek kalmadı tabii.
Ama zarfı açtığınızda içinden çıkan parfüm kokusunu hiçbiri size taşıyamıyor.
150 harfin içine sığamayacak yoğunlukta aşklar yaşanmadığı için midir ki aşk mektubu denilen şey bir tür antikaya dönüştü?
Bir filozof, bir kızı kendine nasıl âşık etti?
MADEM eskilere gittik, Lessing’in aktardığı bir “kur yapma” öyküsünü aktarayım sizlere.
Alman filozof Moses Mendelsshon, günümüzden 200 yıl kadar önce Hamburg’a gitmiş.
Orada banker Guggenheim ve ailesi ile tanışır, adamın güzel kızı Frumtje’ye âşık olur. Mendelssohn’un kambur ve kısa boylu olduğunu belirtmem gerek.
Mendelsshon, birkaç hafta bu aşk ile baş etmeye çalışır ve sonunda kalkıp Guggenheim’a gider ve kızının kendisi hakkında ne düşündüğünü sorar. Tahmin edebileceğiniz gibi kız hiç hoşlanmamış, hatta korkmuştur.
Mendhelsshon kıza veda etmek için izin isteyip üst kata çıkar ve kızı nakış işlerken bulur.
Kız bakışlarını kaçırarak konuşmaktadır. Filozof kıza karşı hissettiklerini anlatır. Frumtje sonunda şöyle sorar: “Evliliklerin cennette kararlaştırıldığına siz de inanıyor musunuz?”
“Kesinlikle” diye yanıtlar filozof. Ve konuşmaya devam eder:
“Biliyorsunuz bir çocuk doğduğunda cennette seslenirler: ‘Bu çocuk, şu kızı eş olarak alacaktır.’ Ben doğduğumda da gelecekteki eşim böyle belli olmuştu. Sonra eklemişlerdi: ‘Ne yazık ki bu kızın bir kamburu olacak.’ Ben bağırdım: ‘Yüce Tanrım, kamburu olan bir kız kolayca acımasız ve sert huylu birine dönüşebilir. Bir kız güzel olmalıdır. İyi Tanrım, kamburu bana ver, onu güzel ve iyi şekillenmiş olarak yarat.’”
Derinden duygulanan Fruntje elini Mendelsshon’a uzatır, çok geçmeden de evlenirler! Ne dersiniz, günümüzde böyle bir öyküyle tavlayabileceğiniz birisini bulabilir misiniz?
(Not: Bu öyküyü Theodor Reik’in “Aşk ve Şehvet Üzerine – Romantik ve Cinsel Duyguların Psikanalizi” (Say Yayınları, Çeviren: Ali Kılıçlıoğlu) isimli kitabından aktardım.)