Büyülü yumurtanın şatosuyla Napoliten şarkılar
BU yazıyı güneşli ama terletmeyen bir havada, Napoli’de bir balkonda yazıyorum.
Karşımda Castel dell’Ovo var. Türkçesiyle “Yumurta Şatosu”!
Eskiden Napoli sahilinde küçük bir adayken deniz doldurularak ince bir şerit ile karaya bağlanmış bir yarımadanın üzerinde, hemen eteklerindeki tekneleri korur gibi azametli bir duruşu var bu garip isimli şatonun.
Romalı şair Virgil, sadece eski Roma’nın en ünlü söz ustası değil, aynı zamanda büyücülüğü ile de tanınırmış. Bu şato yapılırken, tahkimatı desteklemek için bir büyülü yumurtayı temeline yerleştirmiş, şatonun ismi buradan geliyor.
Başımı biraz sola doğru çevirdiğimde Vezüv Yanardağı’nı seçebiliyorum. Denizden yükselen ince bir sis örtüsünün ardında, uslu uslu duruyor.
Akdeniz olanca lacivertliği ile dinleniyor. Daha dün küçük tekneleri koruyan dalgakıranın dev kayalarını çılgınca döven o değilmiş gibi. Belli ki çok yorulmuş.
Napoli ile aramda “ilk görüşte aşk ilişkisi” var, 10 yıl geçti, hâlâ da azalmış değil.
Stendhal, Alexandre Dumas ve Goethe ile bu nedenle bir ortak noktam olduğu için de memnunum.
Türklerin önemli bölümü için Napoli turistik bir ziyaret noktası sayılmaz.
Alışveriş, eğer özel siparişle el dikimi giysi ya da ayakkabı meraklısı değilseniz, parlak değil. Lokantalar bizim paralı turistleri pek tatmin etmez, halk işidir. Mutfağı fakir mutfağıdır, denizden ne çıkarsa o, tarladan ne geldiyse o.
Küçük hırsızlar cenneti imajı da bunun üzerine tüy diker.
Ama ben Napoli’yi seviyorum. Pisliğini, kargaşasını, Kuzey İtalya’da rastladığımız türden burnu büyüklüğe yeltenmemesini, boşvermişliğini seviyorum.
O kargaşa, balkonlara asılan çamaşırlar, sokaklarda otomobillerin arasında deli gibi futbol oynayan çocuklar ve her köşeden burnunuza gelen zeytinyağı–sarımsak–taze pişmiş ekmek kokusunun insanın içine verdiği neşe, eşi bulunmaz bir romantizmin de kaynağıdır aslında.
Topuklu ayakkabılarının üzerinde abartılı bir kıvırtma ile yürürken, çiçekli, bol eteklerini savuran kadınlar görürsünüz yollarda yürürken. Ya da bir Vespa’nın arkasında, saçlarını savuranları.
Dalgalı, uzun siyah saçlarından dökülen kâkülün arkasına gizlenmiş bir çift siyah gözün derinlikleri içinde kaybolma isteği verir.
Ben küçük bir çocukken dayım Amerika’dan bir “müzik dolabı” ve bir kucak 33’lük plak ile dönmüştü.
Evet, eskiden böyle bir şey vardı. Kocaman bir mobilya! İçinde ampullü bir radyo ve bir pikap yer alır, iki tarafında da hoparlörler. Müzik setinin yan yatmış bir gardıroba benzediğini düşünün!
O plaklar içinde en çok Connie Francis’i dinlemeyi severdim. Volare’nin, Santa Lucia’nın sözlerini ezberlediğimde sanırım 9–10 yaş civarındaydım.
Connie Francis’i hatırlayan kaldı mı, bilemiyorum.
Concetta Rosa Maria Franconero, İtalyan kökenli New Jersey’li bir ailenin kızıdır. Kadife ses derler ya, işte tam da öyle! YouTube’dan bulup dinleyebilirsiniz, neredeyse bütün şarkıları var. Mario Lanza’nın, Enrico Caruso’nun yorumuyla da muhteşem bir Napoliten şarkıdır ama benim için Connie Francis’in yeri ayrı.
Napoli’nin sahil şeridi Santa Lucia olarak adlandırılıyor. Dilimde o şarkı, hayalimde çocukluğumda sesine vurulduğum kadın:
“Sul mare luccica l’astro d’argento / Placida è l’onda, prospero è il vento / Venite all’agile barchetta mia / Santa Lucia! Santa Lucia!”
“Denizin üstünde gümüş yıldızlar parlıyor / Dalga yerinde, rüzgâr uygun / Hepiniz gelin kayığıma, Santa Lucia, Santa Lucia!”
Aziz Gennaro’nun koruduğu bu kentte, küçük bir kilise var.
Giuseppe Sanmartino’nun 1753 yılında yaptığı ve hâlâ Napoliten heykel sanatının zirvesi olarak kabul edilen “Cristo Velato” (Tüllü İsa) heykeli bu küçük kilisede yer alıyor.
Sansevero Şapeli’ni ailecek ibadet etmek üzere yaptıran Sansevero Prensi Raimondo di Sangro, kendi kesesinden 50 duka altını vererek bu heykeli yaptırmış. Napoli Bankası’na paranın heykeltıraşa verilmesi için yazdığı not halen bankanın kasasında muhafaza edilen bir başka tarihi değer.
İnternette resmini bulabilirsiniz, yekpare mermerden oyulmuş İsa, üzerine bir tül örtülmüş gibi. Parmağının her kıvrımı, vücudunun her çizgisi, çarmıha gerilmiş olmanın yarattığı yaralar gerçek gibi, tülü kaldırsanız altından bir insan çıkacak sanki. Bir mermer blokun böylesine canlandırılabileceğini hayal etmek dahi zor!
Şu anda bu küçük şapeli her yıl on binlerce turist ziyaret ediyor. İçindeki heykellerin her biri bir şaheser, eşi benzeri yok.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çamlıca’ya yapılacak taklit eseri “Benim içime sindi” diye onayladığında bu küçük kiliseyi ve içindeki o muhteşem heykelleri görmemişti. Görse de durum değişir miydi bilmiyorum? Değişmezdi kuşkusuz! Selimiye’yi, Sultanahmet’i görmüş, içinde ibadet etmiş olması o taklit projenin içine sinmesine engel olmadı çünkü.
Sansevero Prensi, bu heykeli gelecek kuşaklara bir eser bırakmak için yaptırtmıştı. Başbakan da aynı amaçla Çamlıca’ya ucube ısmarladı. Biri kendi kesesinden yaptırmıştı, diğeri hayırseverlerin desteğiyle yapılacak.
100 yıl sonra hangisi ayakta kalıp yaptıranını hatırlatacak dersiniz?
Napoli sokaklarında turlar, vitrinlerde bana “gel, gel” diyen romlu Baba tatlılarını kilo almayayım diye görmezden gelmeye çalışırken aklımda bu politik meseleler yoktu tabii.
Ama insan sevdiği bir kenti dolaşırken, ondan daha çok sevdiği bir kente yapılanları unutmak istese de unutamıyor.