Ne yapılacağını bilemediğinden kaynaklanıyor
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, nükleer enerjinin tehlikelerine dikkat çekenlere karşı hep aynı şeyi ileri sürüyor.
“Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz, yıkılacak diye Boğaz Köprüsü’nden geçmeyecek miyiz, radyasyon riski var diye bilgisayar kullanmayacak mıyız, televizyon seyretmeyecek miyiz” gibi sözler bunlar.
İler tutar yanı olmayan sözler. Bilgisayar ekranından yayılan radyasyon ile nükleer santraldan yayılabilecek radyasyonu karşılaştırmak cehaletten değil kuşkusuz, iddialaşma kaygısından kaynaklanıyor!
Bu yönüyle de bana eski Türk filmlerinde seyrettiğim kabadayı kavgalarında ortaya bir bıçak çıkınca söylenen sözü hatırlatıyor: “Demirden korksam otomobile binmezdim oğlum!”
Kasımpaşa’da geçen çocukluk yıllarına yönelik bir nostalji içinde sanki Başbakan.
Japonya’da deprem ve tsunamiden sonra önemli bir nükleer kaza oldu. Yayılan radyasyon insanlığı tehdit ediyor.
Dünyanın nükleer enerji kullanan ülkeleri, bu kazadan dersler çıkarmaya çalışıyorlar.
Kuşkusuz bu dersleri çıkaracaklar ve yeni santralları bu tür tehlikelere karşı da güvenilir hale getirecekler.
Medeniyet zaten böyle gelişir. Bugün bizlere sıradan önlemler gibi gelen birçok şey, böyle kazalardan sonra insan aklının bunların tekrarlanmaması için bulduğu çözümlerdir.
Kapıların dışa doğru açılması, yangın merdivenleri gibi bugün bize sıradan gelen uygulamalar böyle geliştirildi.
Türkiye gelişecekse enerji tüketiminin artacağını herkes biliyor. Yenilenebilir kaynakların böyle geometrik hızla artan bir ihtiyacı karşılaması elbette zor ve Türkiye de kaçınılmaz olarak nükleer enerji kullanmak zorunda kalacak.
Bunu yaparken en güvenilir olanını seçmek, en son teknolojiye yönelmek, kılı kırk yarmak gerekirken, meseleyi böyle mahalle ağzıyla hafife almak tehlikenin ta kendisidir.
Yola böyle çıkarsanız, topraklarınızın üzerine bir saatli bomba koyarsınız.
Başbakan çocukça gerekçelerle nükleer santralı savunacağına, bu işin etütlerinin ne zaman yapıldığını, kurulacak santralın olası kazalara karşı hangi önlemleri içereceğini, teknolojisinin ne olacağını, neden bu teknolojinin seçildiğini, Türkiye’ye kaça mal olacağını açıklamalı.
Açıklamıyor olmasının nedeni acaba kendisinin de bunları bilmiyor olması mı?
Dün başka, bugün başka
BRÜKSEL Güvenlik Forumu’nda konuşan AB Genişleme Genel Direktörü Michael Leigh, Ergenekon Davası’nın basın özgürlüğünü sınırlar nitelikte genişletildiğini söylemiş. Kadri Gürsel’in Milliyet’teki yazısından öğrendiğime göre “Türkiye’ye gittiğini ve burada konuştuğu insanlar arasında tutuklanan gazetecilerin meslekleri dışında herhangi bir faaliyeti olduğuna inanan bir kişiyi bile görmediğini” söylüyor.
Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış da Türkiye’de yargının bağımsız olduğunu belirtmiş!
“Aynı bağımsız yargı üç yıl önce partime karşı kapatma davası açtı. Partimin başkanı okuduğu bir şiir yüzünden dört ay hapis yattı. Bu bağımsız yargıçlar gazetecilerin tutuklanmalarının gazetecilikle ilişkisi olmadığını belirtiyor” diye açıklıyor.
Hatırladığım kadarıyla AKP hükümeti, ne kapatma davasını ne de Erdoğan’ın mahkûmiyetini “Ne yapalım, yargı bağımsız, yargılama sonucunu bekleyelim” diye karşılamıştı.
Tam tersine Türkiye’nin bir “yargı darbesi” ile karşı karşıya olduğunu söylüyorlardı. Referanduma giden Anayasa değişikliği de AKP sözcülerine göre bu tür olumsuz durumların yaşanmaması için yapılmıştı!
Bağış’ın bütün bunları unuttuğunu zannetmiyorum.
Hal böyleyken şimdi gazeteci tutuklanmasını ve ifade özgürlüğünü sınırlar mahiyetteki kitap yasaklamalarının “yargı bağımsızlığı” gerekçesiyle savunulması ve bu bağımsızlığa örnek olarak kapatma davasının gösterilmesi sadece durumun Avrupa’da savunulamaz hale geldiğini gösteriyor.
ÖSYM’nin çözmesi gereken bir sorun
DÜN 35 yıldır üniversite giriş sınavlarında görev almış bir akademisyen babadan mektup aldım.
Profesör unvanı taşıyan babanın ismini açıklamayacağım. Türkiye’de böyle meseleleri gazetelere bildirmenin insanların başına ne tür sorunlar açabileceğini bildiğim için!
Profesörün oğlu, pazar günü üniversite sınavına girmiş.
Sınavın son 20 dakikasında acil bir tuvalet ihtiyacı için izin istemiş, sınav görevlileri bu izni vermeyince de sınavın bitimine 15 dakika kala sınavı terk etmek zorunda kalmış.
Üç yıldır bir sınava hazırlanan ve belki de bütün geleceği o son on beş dakikada şekillenecek olan bir öğrenci!
ÖSYM, sınav sırasında tuvalete gitmesi gereken adayların bu durumlarını sınavdan önce heyet raporu ile bildirilmesini istiyor ve sınav sırasında herkesin başına gelebilecek böyle bir duruma karşı bir hazırlığı yok.
Oysa sınavların yapıldığı okullarda bir tuvalet bu iş için ayrılabilir, sınav güvenliğini tehlikeye düşürmeyecek önlemler alınabilir ve çocukların sınav stresinden ya da başka biyolojik nedenlerden kaynaklanan bu tür sorunları çözümlenebilirdi.
Söz konusu öğrenci için sanıyorum artık çok geç.
Bana gelen mektup tekil bir örnek gibi görünse de aynı sorunu birçok çocuğun yaşadığını tahmin etmek zor değil.
Ama bundan sonraki sınavlar için ÖSYM bu sorunu göz önünde bulundurarak önlemler geliştirebilir, geliştirmelidir.