HÜRRİYET

Cesur bir savcı arıyorum

AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli’nin cumartesi günü basın toplantısına çıkarken yanında AKP Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ da vardı.

Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın biri partideki, diğeri TBMM’deki iki yardımcısı, bir nüfuz ticareti olayında savunma için basının karşısına çıkmış oldular.

Bu çok normal!

Yakın dönem Türk siyasi tarihi bunun örnekleriyle dolu.

AKP neden kendisinden öncekilerden farklı davransın?

Bizim ülkemizde siyaset ne yazık ki ülkenin sorunlarına çözüm bulmak için değil, ülkenin bitmez tükenmek bilmez kaynaklarını yağmalamak, yağmadan bir parça almak için yapılıyor.

Böyle arada bir ortaya çıkan suçüstü vakalarında da, “parti dayanışması” kaçınılmaz olarak devreye giriyor.

Çünkü sonuç olarak herkes birbirinin ne olduğunu, bizlerden iyi biliyor.

Arkadaşlardan birinin “yolsuzlukla mücadele uğruna” feda edilmesi söz konusu olamıyor, çünkü o arkadaşın ağzının da yarın torba gibi büzülemeyeceğini herkes biliyor.

Halkımız da olan biteni biraz geç fark ediyor ve düzen sürüp gidiyor.

Geçen gün yazmıştım, yine yazayım: Şaban Dişli’nin açıklaması hiçbir şeyi açıklamıyor.

Üç kuruşa alınan bir arazinin imar durumunun değiştirilerek 10 kuruşa satılması olayı tek başına bu nüfuz ticaretine kanıt oluşturur.

İstanbul civarında bunun ciddi bir ticaret ve kazanç sağlama yolu olduğunu bilmeyen yok.

Bu ülkede bir cesur savcı arıyorum!

Gazetelerde suç ihbarları çarşaf çarşaf yayınlanırken, bunu takip ile sorumlu ve görevli olanların başlarını öteki tarafa çevirmelerini içime sindiremiyorum.

İtalya’da temiz eller operasyonunu yürüten savcılar da başlangıçta iktidarlardan büyük baskı gördüler.

Ama yılmadılar.

AKP iktidarının baskılarına boyun eğmeyecek bir savcının mutlaka çıkacağına inanıyorum.

Ahmedinejad aynı yanılsamaya düşer mi?

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, 2003 Şubat ayında Irak Savaşı’nı önlemek için Taha Yasin Ramazan’a yaptığı çağrının aynısını İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a da yapmış.

O günleri bu vesileyle yeniden hatırladım.

Türkiye, Saddam Yönetimi’ne bu yolda çağrılarda bulunuyordu.

Ancak o tarihte Başbakan olan Gül’ün danışmanlarının “savaşı önleyecek başka bir yol buldukları” da kulaklara fısıldanıyordu.

Tezkere geçmeyecek, ABD Kuzey’den bir cephe açma fırsatı bulamadığı için askeri harekáttan vazgeçecekti.

Büyük derinliklere sahip bu danışman beylerin tahminleri olmadı.

ABD Kuzey cephesini havadan indirme yaparak Kürtler ile birlikte kurdu. Sonrasındaki gelişmeleri, Türkiye’nin ilan ettiği kırmızı çizgilerinin birer birer nasıl silindiğini hatırlarsınız.

O günden beri şu sorunun yanıtını merak ediyorum.

Acaba tezkere geçseydi, Saddam Hüseyin olayın vahametini daha iyi anlar ve savaşı önleyecek adımları atabilir miydi?

Tezkerenin geçmemiş olması Saddam Hüseyin’de de tıpkı Gül’ün danışmanlarında olduğu gibi “Kuzey’de cephe olmazsa, savaş da olmaz” rahatlığı yarattı mı?

Elbette bunu bilebilmek, tarihi bir laboratuarda yeniden canlandırıp, olayları değiştirmek ve sonuçlarına bakmak mümkün değil.

Dilerim İstanbul’da gördüğü olağanüstü ilgi aynı yanılsamayı Ahmedinejad’da da yaratmasın!

İstanbul’un kamu yönetimi sorunu var

İRAN Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’ın İstanbul ziyaretinde kentin bir nükleer saldırıya uğramış hale getirilmesinin nedeni “ciddi bir istihbarat” imiş.

Cumhurbaşkanı böyle söylüyor.

İran Cumhurbaşkanı’na yönelik bir saldırının önlenememesi elbette hepimiz için büyük utanç kaynağı olurdu.

Bu nedenle alınabilecek bütün önlemlerin alınmasında bir yanlışlık yok.

Ancak doğrusunu isterseniz bu gerekçenin, toplumdaki büyük tepki nedeniyle “sonradan uydurulduğunu” düşünüyorum.

Böyle ciddi bir ihbar var ise alınabilecek önlem sadece yolların trafiğe kapatılması mıdır?

“İspanya ve Lübnan’da yaşanan ve belirgin bireysel hedeflere yönelik terör eylemlerinde yolların kapalı olması işe yaradı mı” diye sormak gerek.

Misafir Cumhurbaşkanı’nı havaalanından bir helikopter ile alıp, kalacağı otele getirmek kimsenin aklına gelmedi mi?

Gelmedi, çünkü böyle ciddiye alınacak bir ihbar yoktu!

Eğer ciddiye alınacak bir ihbar gerçekten varsa ve buna rağmen kara yolu dışında seçenekler değerlendirilmediyse İstanbul’daki kamu yöneticilerimizin yetenekleri ile ilgili ciddi bir sorunumuz var demektir.

Her iki durumda da yapılması gereken şey İstanbul’a parti önceliklerini değil, kentin önceliklerini gözetecek kadroların tayin edilmesidir.