Cilve yapma, öldürürler
KOT pantolon giyerek alışveriş merkezine giden ve orada bir erkeğe saat soran eşini bıçaklayarak öldüren adamın cezasında indirim yapıldığına ilişkin haber dünkü gazetelerin hemen hepsinde yayımlandı.
Eşini öldüren erkek kendini savunurken “Bana inat kot giydi, saati de cilveli bir şekilde sordu” deyince, mahkeme müebbet hapis cezasını 24 yıla indirmiş. Adam “pişmanım” dediği için de bir dört yıl daha indirilmiş. Ülkemizin ceza infaz yasasını da hesaba katarsanız kadın öldüğüyle kalmış olacak.
Kim bilir, belki de kadını mezarından çıkarıp yeniden asmadıkları için sevinmemiz gerekiyor!
Tesadüf bu haberin yayımlandığı gazetelerde Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçları da yayımlandı.
Araştırma yüksek öğrenim görmüş her altı erkekten birinin ve eğitimsiz her iki erkekten birinin eşine fiziksel şiddet uyguladığını ortaya koyuyor. Her üç kadından ikisi şu veya bu şekilde şiddet görüyor.
Çocukken tanık olunan ya da maruz kalınan şiddet, erkeklerin şiddet uygulama olasılığını iki misli artırıyor.
Şiddet, şiddeti yeniden üretiyor ve Türkiye kadınların şiddet görmesini nüfusunun önemli bölümünün normal gördüğü bir ülkeye dönüşüyor.
Böyle bir ülkede mahkemelerin “namus ve töre davalarında” kolayca ceza indirimi yapması da normal olmalı.
Ama “anormal” olan da zaten bu durumun artık “normal” olması!
Mahkemeler de Türkiye’de kadınların “kot giydi, cilveli konuştu” diye öldürülmelerinde “haksız tahrik” bulurlarsa, kadınların insan olarak hakları nasıl korunacak?
Rafta dursun diye kanun çıkmasın
TÜRKİYE, sigara içmeyenlerin de en az sigara içinler kadar sigara dumanından etkilendikleri bir ülke.
Bu nedenle halka açık kapalı alanlar ile kamuya ait binalarda sigara içme yasağını öngören kanunun TBMM gündemine gelmiş olması gerçekten önemli bir adım.
Ancak unutmamak gerekiyor ki iş kanun çıkarmakla bitmiyor.
Bazı belediyeler, halka açık kapalı alanlarda sigara içenler ile içmeyenleri birbirinden ayıran bölümler yapılmasını emretmişlerdi ama bu yasağın bugüne kadar uygulandığına da tanık olmadım. Göstermelik bir iki uygulama dışında elbette.
Bunun nedeni uygulanan yasağı takip edecek bir mekanizmanın kurulmamış olması.
Lokanta, kahvehane gibi yerlerde bu yasağı kimin uygulayacağı belli: Mekánın işletmecileri bu işi yapacak. Bunu gerektiği gibi yapmayanın yakasına da kamu otoritesi yapışacak ve ağır bir yaptırım uygulayacak ki yasak yürütülebilsin.
Kamu dairelerinde ise sorumlu o dairenin yöneticisi konumunda olan kişi. Türkiye’de işini yapmayan bir memurun nasıl cezalandırılacağını bilen ya da gören var mı?
Demek ki kanunun yasak alanlarını tanımlarken, bunun nasıl uygulanacağını da iyice tarif etmesi ve uymayanları hızla ve ağır şekilde cezalandıracak mekanizmaları da yaratması gerek.
Aksi takdirde uygulanmayan bir yasamız daha olur ki zaten raflarımız bunlarla dolu!
Aklım da yetmedi duygularım da
SUUDİ Arabistan’da bir hastanede yeni doğan iki bebeğin birbirine karıştırıldığı 4 sene sonra ortaya çıktı.
Konuyla ilgili araştırmayı yürüten Suudi Prensi Meşal, çocukların öz anne ve babalarına teslimi için gerekli yasal prosedürün yakında sonuçlanacağını söylüyor. Ailelerden biri Türk ve Türkiye’de yaşıyor, diğeri Arap ve Suudi Arabistanlı.
Çocukların aileleri de uğradıkları manevi zarar için 13 milyon dolarlık bir tazminat davası açma hazırlığındalar.
Bu haberi okurken tüylerimin diken diken olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum.
Beni ilgilendiren yapılan yanlışlıktan daha çok çocukların durumu.
4 yaşına kadar ana-baba belledikleri kişiler yerine, şimdi hiç tanımadıkları bir başka çifte ana-baba demek durumunda olacaklar.
Bunun o yaştaki çocuklar için nasıl büyük bir ruhsal travma yaratacağını tahmin etmek zor değil.
Çocuklar belli bir yaşa kadar zaten büyük bir terk edilme korkusu içinde oluyorlar.
Bu korkunun somut bir temele dayanması da gerekmiyor. Annesi, babası biraz geç kalan çocukların nasıl korku içinde ağladıklarını hepimiz biliriz.
Şimdi bu çocuklar bunun çok daha fazlasını yaşayacaklar. Yaşları durumu anlamalarına elverişli olmadığı için, terk edildiklerini zannederek büyüyecekler.
Bu düşünceler içinde haberi okurken kendi kendime sordum: 4 yaşına kadar çocuğum diyerek büyüttüğüm bir bebeği, şimdi sırf DNA tahlilleri aksini söylüyor diye başka birisine teslim edebilir miyim?
Ne aklım, ne de duygularım kesin bir yanıt vermeme yardımcı olabildi.
Siz olsanız ne yapardınız?