Dilara canlanıp sorsaydı, ne derdim?
İSTANBUL’da açık bırakılan rögar kapağı nedeniyle kanalizasyona düşerek boğulan 5 yaşındaki Dilara Dumru’nun ölümüne sebep olanlar hakkında dava açıldı.
Sanıklar, “taksirle adam öldürmek” suçundan 3 ila 6 yıl arasında değişen hapis cezası istemiyle yargılanacaklar.
Dilara’nın ailesi de konuyla ilgili şikáyetinden vazgeçmiş.
Büyük olasılıkla aileye yapılan bazı “yardımların” neden olduğu bir vazgeçme bu.
Dava, kamu adına yürütüleceği için yargılamayı durduracak bir şey değil.
Ancak, hiç kuşkunuz olmasın “hafifletici nedenler” aranırken, işe yarayacak bir karar.
Gazetelerde, davanın açılmasıyla ilgili haberlerde Dilara’nın başında kırmızı tokası, üzerinde pembe gömleği ile bir fotoğrafı da yayımlandı.
Dudaklarındaki “Mona Lisa gülümsemesi” ve iri kara gözleriyle gün boyunca masamın üzerinden bana baktı durdu.
Bir bilim dergisinde, insanların yüzlerindeki ifadeleri değerlendirerek duyularını analiz eden bir bilgisayar programıyla ilgili yazı çıkmıştı.
Artık asla büyümeyecek olan Dilara’nın o fotoğrafına bakarken elimde böyle bir bilgisayar yazılımı olsaydı, duygularını çözebilir miydim diye düşündüm.
Ne kadar öfke çıkardı? Ne kadar küçümseme?
Kendisini ihanete uğramış mı hissediyordu yoksa?
Fotoğraf dile gelip bu olanları sorsaydı, ne yanıt verebilirdim?
“Rahat uyu minik kız, sana bunu yapanlar cezalarını bulacaklar” diyebilir miydim?
Şeytan gerçekten de ayrıntıda gizli!
EMEKLİ Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek‘in günlükleri ve “Sarıkız darbesi planı” haberleriyle ilgili olarak yazılan yorumları okudum.
Emekli Oramiral Örnek, günlük tutmadığını ve yayınlanan metinlerin kendisine ait olmadığını söylüyor ama kimseye dinletemiyor.
Bu iddiayı ciddiye alanların dayanak noktası, günlüklerdeki “önemli ayrıntılar”.
“Bu hayali bir senaryo olsa, bu kadar detay bulunabilir miydi” diye soruyorlar.
Söz konusu metinlerde benim de adım geçiyor.
Milliyet Genel Yayın Yönetmeni olduğum dönemde Ankara‘da yenilen bir yemek bu.
Yemekte benimle birlikte gazetenin sahibi Aydın Doğan, gazetenin Ankara Temsilcisi Fikret Bilá, zamanın Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur da vardı.
Bir kere şunu söyleyeyim: O metinlerde iddia edilen konuşmalar bu yemekte cereyan etmedi.
Kimse bize “basının satılmış olduğundan, aleyhlerinde yazanlara gazetemizde yer vermememiz gerektiğinden” söz etmedi.
O günlerin sıcak konusu olan basının bağımsızlığı üzerinde duruldu. Bunun dışındaki konuşmalar, genellikle askerlik anılarıyla ve olağan sohbet konularıyla ilgiliydi.
Ve “anılar hayali değil, çünkü anlatılan olayların detayları gerçekçi” diye düşünenleri hayal kırıklığına uğratacak bir not: Benim adım bile yanlış yazılmış!
Kurmay okulunu bitirip oramiralliğe kadar yükselmiş bir askerin günlüklerini yazarken asla yapmayacağı bir yanlış!
Alkışlamamız gereken bir tablo
VAN Gölü‘ndeki Akdamar Adası üzerinde bulunan Surp Haç Kilisesi‘nin restorasyonu tamamlandı ve kilise, kaderine terk edildikten 92 yıl sonra müze olarak yeniden doğdu.
Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç, kilisenin onarılmasını “kültürümüz için” diye açıkladı.
1086 yıllık bir kültürel varlığın yeniden ayağa kaldırılması gerçekten alkışlanması gereken bir olay.
Bütün Balkan coğrafyasında Osmanlı dönemine ait birçok medrese, cami, imaret, köprü ya yıkılıp tamamen yok edildi ya da kaderine terk edilip yok olması beklendi.
Aynı politika, uzun yıllar bizim ülkemizde de geçerliydi. Kiliseler onarılmayarak kaderine terk edildi ya da yıkıldı.
Bugün bu yanlışlıktan dönme cesaretini gösterdiğimiz için kendimizle gurur duymalıyız.
Bu topraklar üzerindeki her eser, hangi dönemde, kim tarafından yapılmış olursa olsun, bize ait bir kültürel varlıktır.
Onları ayakta tutmak, gelecek kuşaklara sağlam olarak aktarabilmek görevimizdir.
Türkler karşısındaki komplekslerini, kendi topraklarındaki kültürel varlıkları korumayarak tatmin etmeye çalışanların ayıpları da onlara aittir.
Şimdi sıra Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış öteki kültürel varlıklarımızı ayağa kaldırmakta.
Emeği geçen herkesi kutluyorum.