Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Güler Zere ölüme mahkûm edilmemişti!

GÜLER Zere’nin öyküsü, Türkiye’de “arkası olmayan tutuklu ve hükümlülerin” yaşayabileceği sıradan bir öykü.

Ne ilk kez yaşanıyor ne de son kez yaşanacak.

Olumsuz cezaevi şartları, tutukluların sağlıklı yaşam haklarını yok sayan zihniyet, ilgisiz hekimler, kötü muamele! Zere’nin öyküsündeki satır başları bunlar.

Güler Zere, tutuklu bulunduğu sırada kanser hastası olan, teşhis ve tedavisi bildiğimiz cezaevi şartları nedeniyle geciktirildiği için hastalığı ilerleyen bir mahkûm.

Neresinden baksanız ayda iki tutuklu ya da hükümlünün yaşamını yitirmesine neden olan koşulların kurbanlarından biri!

Zere’nin hastalığının geldiği nokta doktor ve hastane raporlarıyla teyit edilmesine rağmen, cezasının infazının ertelenmesi ya da affedilmesi yolunda adım atan bir yetkili de yok.

Necmettin Erbakan gibi Cumhurbaşkanı bir tanıdığı yok Zere’nin. Ergenekon tutuklamalarında olduğu gibi kamuoyunun gözü de üzerinde değil.

Zere, 14 yıldır hapiste yatıyor.

Cezası, mahkemece belirtilen süre boyunca özgürlüğünden mahrum edilmesiyle sınırlı olmalı.

Bu süre içinde de her insan gibi sağlıklı yaşama ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkına sahip.

Onu bu haklardan yoksun bırakmak, neresinden bakarsanız bakın, modern hukuk anlayışının olduğu her yerde işkence ve kötü muamele sayılmalı.

Bu süre içinde sağlığına devlet tarafından gerekli özenin gösterilmemesi, teşhis-tedavisinin sağlanamaması ve bu nedenle hastalığının geri dönülemez bir noktaya ulaşması kabul edilemez.

TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun, Adalet Bakanlığı’nın ve elbette Cumhurbaşkanı’nın bu durumu seyretmesine karşı sesimizi yükseltmemiz, insan olmanın gereğidir.

İstediği aslında “tek adam rejimi”

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın başının geçmişteki siyasi yaşamında demokrasiyle pek hoş olmadığını hepimiz biliyoruz.

Demokrasiyi gerçek amaçlara ulaşmak için bir “araç” olarak gördüğünü hepimiz hatırlıyoruz.

Zaman içinde Başbakan değiştiğini, artık demokrasiye gerçekten inandığını söyledi. İnanan oldu, inanmayan oldu.

Doğrusu ben de inanmak istedim ama kapsamlı bir özeleştiri yapılmadan, insanların geçmiş siyasi fikirleriyle hesaplaşabileceğine de inanmıyordum.

Nitekim her geçen gün ortaya çıkıyor ki Başbakan’ın istediği aslında “demokrasi” değil, bir “tek adam rejimidir”.

Nitekim kamuoyu baskısı da olmadığı için bunu partisinde rahatlıkla yapabiliyor.

Partisinin yerel örgütlerinde kendi seçtiği aday dışında aday çıkmasını bile istemiyor. Bunu başaramadığı yerlerde de ya kongreleri erteliyor ya da bilinen kongre kazanma yöntemlerini uyguluyor.

Partisinde uyguladığı yöntemlerle Türkiye için hayal ettiği şeyler aynı aslında.

Türkiye’de de tıpkı partisinde olduğu gibi “tek ses” çıksın istiyor.

Özgür basına düşmanca tutum içinde olması, “milli iradeyi” basit bir parmak hesabından ibaret görmesi, yargı yetkisini kısıtlama isteği hep bundan kaynaklanıyor.

Aynı şekilde devlet kadrolarının, liyakate bakılmaksızın sadece “güvenilir dava arkadaşları” tarafından doldurulmasının nedeni de bu.

Bu tek adam yönetimine en küçük bir tehdit olarak algıladıklarına ise olanca gücüyle hücum etmeye tereddüt etmiyor.

Bir gün işadamlarını, öteki gün hukukçuları, sonraki gün işçileri, daha sonraki gün doktorları kendisine hedef seçmesinin nedeni de bu.

Ve ülkemizin temel sorunu da bu!

İstanbul halkı bu işe direnmeli

İSTANBUL Boğazı’na yapılacak üçüncü köprü için artık günleri sayıyoruz.

Ulaştırma Bakanı’nın açıklamaları, yeni köprünün TEM otoyolunun kuzeyinden geçecek çevre yollarına bağlanacak şekilde Sarıyer-Beykoz ya da Tarabya-Beykoz arasında yapılacağını ortaya koyuyor.

Bu, yaklaşık 300 hektara varan orman alanının yok olması ve İstanbul’un su kaynaklarının berbat edilmesi anlamına geliyor.

Konunun uzmanları, böyle bir köprünün İstanbul trafiğine olumlu hiçbir etkisi olmayacağını söylüyorlar.

Bu konuda yapılmış onlarca çalışma gösteriyor ki trafik sorununu çözecek köprü, demiryolu geçişine de olanak verecek ve kentin ana ulaşım ağlarına bağlanabilecek bir köprüdür. Transit geçiş için kullanılacağı söylenen bir köprü değil!

Ama dinleyen yok!

Böyle önemli bir projede, İstanbul halkının, yeni köprünün yapılacağı bölgelerde yaşayanların fikirlerini de soran yok elbette.

Ankara’da birileri masa başında karar veriyor, uzmanların fikirlerine değer verilmiyor ve “tek adam” yapılsın diyor, işe girişiliyor.

İstanbul’un kuzeyindeki ormanların ve su kaynaklarının bir otoyola kurban edilmesi, bu kent için ölüm fermanı vermekten farklı değil.

Medeni memleketlerde benzerine rastlanmayacak bir tablo bu.

İş işten geçmeden sivil toplumun gücünü göstermesi gerekiyor.

İstanbul’un bir grup arsa spekülatörünün çıkarlarına kurban edilmemesi için hep birlikte direnmeliyiz.