Hayaller asla yaşlanmaz
“35 yaş benim için bilinçli hayatımın başladığı, her şeyin benim kontrolümde olduğu, kalbimi dinlediğim, içsesimi dinlediğim, yaralarımı tedavi ettiğim, önceliklerimi belirleyen bir yaş oldu.”
Bu sözleri Ceyda Düvenci, bu ay Elele dergisinde yayımlanan söyleşisinde söyledi.
Beğendiğim sanatçıların söyleşilerini okurum, Düvenci’nin söyleşisini de bu nedenle okumuştum zaten.
Söylediği bu sözleri okuyunca, şöyle düşündüm:
Tanıdığım bütün kadınlar neden bu yaşlarına gelince aynı şeyi söylüyorlar?
İsim isim saymama gerek yok. Bir bölümünü zaten yakınları dışında kimse tanımaz. Herkesin tanıdığı ünlü olanların benzer sözler söylediğini zaten bir yerlerde okumuşsunuzdur, şimdi hafızama yenilip yanlış bir isim belirtmek istemem.
Aslına bakarsanız bu durum sadece kadınlar için de geçerli değil.
Erkekler de 40 civarından itibaren aynı şeyleri söylüyorlar, ben de sanırım geç gelişme gösterdim, 50 yaşıma bastığımda tam da böyle düşünmeye başlamıştım.
Hatta o zaman yazdığım bir yazıda Lynda Lemay’ın “un homme de 50 ans” (50 yaşında bir erkek) şarkısının sözlerini de yazmıştım ki “Bakın ne kadar olgunlaştım, her şeyi çözdüm” gibisinden bir hava atabileyim diye!
Şöyle başlıyor şarkı:
“50 yaşında bir adam arıyorum/
Her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş/Her şeyi istemiş/Şimdi artık ne istediğini bilen”
(Bu şarkıyı youtube’da bulabilirsiniz. Tam tercümesini ben Nil Hamamcıoğlu’ndan aktarmıştım, google’da ya da Milliyet arşivinde bulabilirsiniz.)
Neyse konuyu değiştirmeyeyim, sormak istediğim şey aslında şu: Belli bir yaşa gelince neden böyle “olgun insan” havasına giriyoruz?
Acaba bunun nedeni artık bir daha genç olamayacağımızı biliyor olmamız olabilir mi?
Şöyle mi düşünüyoruz: Artık genç değilim, bir daha olmama da olanak yok. Böyle yapmalıyım ki içinde bulunduğum yaşı rasyonalize edeyim. Başkaları için değil elbette, önce kendim için!
Sanıyorum başat etken bu.
Böylece saçlarımız kırlaşıp seyrelse de, kaslarımız artık eskisi kadar gergin durmasa da, göz ve dudak kenarlarımızda incecikten çizikler başlasa da bunu dert etmiyoruz.
Olgunluk fikrini içimize sindirdiğimiz için bütün bunlar olgunluğumuzun bir göstergesi, bir parçası haline dönüşüyor.
Sanırım kadının en güzel yaşının 40’lar olduğunu ileri sürenler de bundan etkileniyor.
Olgun, hayatıyla barışık, komplekslerini bırakmış kadın ya da erkek, iyi arkadaş olur her şeyden önce. Bu tartışılmaz bir gerçek.
Tabii şunu sormakta da bir sakınca yok benim açımdan: Meselâ Ertuğrul 65 yaşında olmasaydı da kadınların en güzel yaşının 40’lı yaşlar olduğunu iddia eder miydi?
Edebilirdi elbette ama bunu fark edebilmesi için de “belli bir olgunluğa” gelmesi gerekmez miydi?
20 yaşındayken büyük olasılıkla bugünkü kadar olgun değildi ve öyle olmadığı için de bugün en güzel kadın yaşı dediği yaştaki kadınları o yaşta beğenmiyordu.
Thomas Jefferson’ın kurucusu olduğu Virginia Üniversitesi’nde bir güneş saati varmış ve üzerinde de şöyle yazılıymış:
“Zaman, bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için çok uzun, sevinenler için çok kısadır. Ama sevenler için sonsuzluktur. Saatler uçar, çiçekler solar, yeni günler, yeni yollar geçer gider, aşk kalır.”
Doğru mudur, değil midir bilemem, ben de internetin yalancısıyım. Benimle ilgili özgeçmiş bilgilerinin bile yanlış olduğunu fark ettiğimden beri internetteki her şeye kuşkuyla yaklaşıyorum.
Ama doğru olmasa da güzel bir söz sonuçta, ne fark eder, Virginia Üniversitesi’nin bu yüzden kimseyi mahkemeye vereceğini de zannetmem.
Bir Yunan atasözü diyor ki: “Seven kalp daima gençtir!”
Bununla ilgili bir sürü “özlü söz” aktarabilirim:
Mesela Arthur Ving Pinero’dan bir “kotasyon”: “Derinden sevenler asla yaşlanmaz. Yaşlılıktan ölebilirler ama genç ölürler.”
Aslına bakarsanız, insan eğer hiç aynaya bakmazsa yaşlandığının farkına da varmazmış. Amerikalı sosyoloji öğrencisi Kjerstin Gruys evlenmesinden altı ay önce aynayı hayatından bir yıl süreyle çıkarmış.
Bunu Radikal’de Sinem Dönmez’in yazısında okumuştum, o da Kjerstin Hanım’ın deneyiminden etkilenmiş ve bir hafta boyunca hiç aynaya bakmadan yaşamayı denemiş.
Sinem Dönmez’in deneyimini okumak için yazısını internetten bulabilirsiniz.
Ben sadece şu notunu aktarayım:
“İnsan âşık olunca, evine, tuvalete, bir yere koşup kendini onun gözünden görmeye çalışıyor. Merak edip deneyen olursa mümkünse aşk yaşamıyor olsun.”
Zaman hızla geçiyor yaşımız ilerliyor, aynaya bakmaya devam ettiğimiz için de kırlaşan saçları, kırışan göz kenarlarını vs daha kolay fark edebiliyoruz.
Ne önemi var?
Önemli olan sizi seven insanın sizi nasıl bulduğudur derim.
Siz sevgilinizi nasıl buluyorsunuz, önemli olan budur.
Göz kenarındaki bir kırışıklığın bile eğer o kadına aşk ile bağlıysanız ne kadar değerli olduğunu bilirsiniz.
O küçük çizgicik, size ortak geçmiş bir hayatı hatırlatır çünkü.
Sevgilinle birlikte yaşlanmak iyidir. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, vücudunda ne türden değişiklikler olursa olsun, onun seni, senin onu gördüğünüz “şey” değişmez çünkü.
İnsan kafasında yarattığı hayale âşık olur ve hayaller hiç yaşlanmaz!