Irkçı, sığ ve estetikten yoksun bir proje
BAŞBAKAN’ın “İstanbul’un her yerinden görülecek cami” hayalinde yeni bir aşamaya geçtik.
İstanbul Boğazı’nın binasız kalmış son tepelerinden birine, kentin bütün siluetini değiştirecek bir “ucube” kondurulacak!
Öyle bir “eser” ki, proje yarışmasında birinciliğe de layık görülmemiş!
Irkçı kokular taşıyor: Caminin 72,5 metrelik kulesi, “İstanbul’da yaşayan 72,5 millete” gönderme yapıyormuş! Ben söylemiyorum, binanın iki mimarı söylüyor!
Hem “Yaratılanları, yaratandan ötürü seviyorlar”, hem de ırkçılık yapmaktan, bir etnik kimliği “buçuklamaktan” kendilerini alamıyorlar!
Hadi ırkçılığınızı düzeltemiyorsunuz, kafanızın içinden bazı insanların “buçuk olduğu” fikrini atamıyorsunuz. Bunu bari camiye, dine bulaştırmayın! Allah taş eder, ben söylemiş olayım!
Ortaya konulan proje, en başından beri bize söylenenlerin somut sonucu: Selatin camilerine benzemesi isteniyordu, Sultan Ahmet’in kötü bir kopyasını önümüze koydular!
O zaman niye proje yarışması vs ile uğraşıyorsunuz?
Fatih, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Selimiye camilerinin projelerini “tek tip” haline getirin, her yere birer tane yapılsın!
Bu proje ortaya atıldığında, Başbakan’ın kendisinden sonra bir iz bırakmak istediğini, bu nedenle bu cami işine giriştiğini düşündüğümü yazmıştım.
Bırakılmak istenen sadece kişisel bir iz de değildir diye düşünüyorum.
Türkiye’nin değişen iktidar yapısının altı böylece kalın bir kalem tarafından da çizilmiş olacak.
Kamusal mimari ile iktidar gücü arasında bir ilişki olduğu sır değil. Her iktidar, kendi ideolojisini pekiştirmek için bundan yararlanmaya çalışır. Mimari, zaman içinde o yaratılan mekân ve çevrede yaşayan insanların, o ideolojinin gücüne boyun eğmesine yardım eder.
Eski Roma’da o büyük tapınaklar neden yapıldı zannediyorsunuz? Mussolini, Hitler, Stalin’in bildiklerini, elbette bugününün diktatörleri de, heveslileri de iyi biliyorlar. Yanlış anlaşılmasın, mimariyi sadece diktatörler kullanmadı elbette. Demokrasilerin de mimariyi toplumu dönüştürmek için kullandıklarını söylemeliyiz. Dikkat çekmek istediğim şey, bu güç ve mimari ilişkisidir sadece. Şimdi bu ucube oraya inşa edilecek, belli ki buna artık kimse engel olamayacak.
Ne Başbakan’da var olduğu iddia edilen İstanbul sevgisi, ne de başka bir güç İstanbul’un tarihi ve doğal dokusuna bu tecavüzü önleyemeyecek.
Bizler zamanla ölüp gideceğiz. Aradan 50 yıl, 100 yıl geçtiğinde bu kentte yaşayan insanlar, o binaya bakıp ne düşünecekler acaba?
21. yüzyılın başlarında Türkiye’de iktidara gelen İslamcı kadroların ne kadar sığ ve estetik zevkten uzak olduğunu mu? Kentte kendisinden önce yapılmış onlarca biblo gibi cami varken, bu garip binanın neden ille de kentin en güzel tepelerinden birine yapıldığını mı?
Ne düşüneceklerini bugünden tahmin etmek zor değil.
Buna neden olanları da hayır ve rahmetle anmayacakları da kesin!
Bilmece, bildirmece!
DENİZ Feneri soygunu ile ilgili dava henüz başlamadı ama davayı soruştururken görevden alınan savcıların yargılanması tamamlandı.
Savcıları yargılayan Yargıtay 11. Ceza Dairesi Başkanı, kararı açıklarken “Hadi geçmiş olsun” demiş. Sanık savcı Nadi Türkaslan da “Suç işlemedim ki sevineyim” diye yanıtlamış.
Bence sevinmeliydi, bu iş idamlarına kadar da varabilirdi. Yargılanan gazeteciler gibi senelerce neden o hücreye tıkıldıklarını bile anlayamadan hapiste kalabilirlerdi. Duruşmada yargılanan ve beraat eden savcılardan Abdülvahap Yaren Afrika’daki aç çocuk fotoğraflarını göstererek şöyle konuşmuş: “Yardım paralarının buralara gitmesi gerekiyordu. Peki, nereye gitti? Evli kadın, evli adamlar, metreslerini elinde tutmak için zekât paralarını bu şirketlere hisse payı olarak aktarmışlar. Niye? Cinsel istismara, şantaja devam etmek için. İşte bunun için mala el koyduk. Zekât hırsızlarını koruma altına alan bir güç var. Ben bu güce hırsızların imparatoru diyorum. Bu imparator hem altında yer alan figüranları koruyor, hem de kendisine ulaşılmasını engelliyor. Hem de zekât hırsızlarını masum maskesi ile kamuoyuna pompalıyor. Hırsızlar imparatorunun kim olduğu apaçık belli. Halk arasında bir tabir vardır, arife tarif gerekmez anlamına gelen, damda gezer miyav der diye, isme gerek var mı?”
Böyle bilmeceleri çok severim! Hem yeteri kadar ipucu verir, bilmecenin yanıtını bulup çıkarmanıza olanak verir. Hem de bulduğunuz yanıtı söylemenize engel olur, hafif bir ürpertinin sırtınızı yalayıp geçtiğini hissedersiniz.
Şimdi düşünün bakalım: Bu hırsızlar imparatoru kim?
Pazartesi soruları
BU haftaki pazartesi sorularımıza eşlik etmek üzere seçtiğim şarkı Elvis Costello ve The Attractions grubunun bir parçası. “Complicated Shadow!”
Mafya filmlerinde filan fon müziği olarak bu şarkıyı mutlaka dinlemişsinizdir. Sopranolar isimli mafya dizisinde de sıkça fon müziği olarak sıkça çalınırdı.
Deniz Feneri’ni soruştururken sanık durumuna düşen ve beraat eden savcıların anlattıklarını okurken aklıma nedense mafya –siyaset– yargı üçgeni geldi. “Böyle bir filme de bu şarkı uyar” diye düşündüm. Youtube’da bulabilirsiniz, bakalım siz de sevecek misiniz?
Buyurun sorularımız da burada:
1– KPSS sorularını çalıp dağıtan organize suç örgütü neden hâlâ yakalanamadı? Bu işin peşinin bırakılmasının nedeni Deniz Feneri savcılarının başına gelenler midir? Savcılık soruşturması hangi aşamada?
2– Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’a suikast yapacağı iddia edilen kişi ya da örgüt nerede? Neden hâlâ adalete teslim edilmediler? Yoksa bu suikast işi bir palavradan mı ibaretti?
3– Suudi Arabistan Kralı’nın devlet büyüklerimizin eşlerine armağan ettiği mücevherler nerede? Kral, Latin Amerika’da bile 450–500 bin dolarlık mücevher armağan etmişti, din kardeşleri için elbette daha bonkör olabilir. Bu hediye neden beyan edilmedi? Hediyeler kimin kasasında?