Kırılan burun bir ‘soyut’ iddiadan ibaretmiş
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki rektörler toplantısını protesto etmek için Ankara’dan yola çıkan öğrenciler, İstanbul girişinde polis tarafından durdurulmuştu.
Kurtköy’deki bir dinlenme tesisinde otobüslerin içinde bekletilen öğrenciler inmek isteyince de polisin biber gazlı ve coplu müdahalesi ile karşılaşmıştı.
Benzeri görüntüler Dolmabahçe’de de yaşanmıştı. Gözaltına sağlam alındıktan sonra burnu kırılmış şekilde serbest bırakılan öğrencinin görüntülerini de hatırlarsınız. Bir kız öğrencinin polis tekmeleri altında bebeğini düşürmüş olması da uzun süre konuşulmuştu.
Bu olayların yaşandığı gün takvimde 4 Aralık 2010 tarihi yazılıydı.
İstanbul Barosu, her iki olayda da polisin aşırı güç kullandığını belirterek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu.
Aradan bir yıldan fazla zaman geçti ve Pendik Cumhuriyet Savcılığı soruşturmasını tamamladı, “Suç yoktur” kararına vardı.
Savcılığın kararında “şüphelilerin atılı suçları işlediklerine dair soyut iddia haricinde kamu davası açmaya yeter şüphe oluşturacak somut delil elde edilemediğini” belirtiliyor.
“Soyut iddiaların” hepsi gazetelerdeki haber fotoğraflarında, televizyonlardaki haber filmlerinde açıkça görülüyor. Burnu kırılan, çocuğunu düşüren öğrenciler de bayağı “somut” delil aslında ama demek ki onlar da zahiri görüntüymüş!
Baro karara itiraz ediyor, kamera kayıtlarının incelenmesini talep ediyor. Merak ettim, bu soruşturma sırasında savcılık kamera kayıtlarını inceleme gereği duymadıysa, soruşturmayı nasıl tamamladı?
İnsan hakları ihlalleri, işkence ve vatandaşa kötü muamele suçları, ancak “sıfır tolerans” uygulamaları ile önlenebilir.
Ama ne yazık ki bizde savcılar ve polis amirleri böyle durumlarda önce hatalı kamu görevlilerini korumak refleksi ile hareket ediyorlar.
Öyle olduğu içindir ki hükümetler ne yaparsa yapsın, hangi kanunları çıkarırlarsa çıkarsınlar, insan hakları ihlallerini, işkence ve kötü muameleyi önleme yolunda bir adım ileri gidemiyoruz.
Adalet Bakanlığı için samimiyet sınavı
ODATV davasında tutuklu olarak yargılanan gazetecilerden Doğan Yurdakul, sağlık nedenleriyle tahliye edildi. Bugüne kadar tahliye istemi “delilleri karartabilir, kuvvetli suç şüphesi” gibi “matbu” gerekçeler ile reddediliyordu. Demek ki bir tutuklunun delilleri karartmaması için iyice hastalanması gerekiyormuş! Bu durumda milletvekili Mehmet Haberal neden hâlâ tutuklu, onu da anlayabilmek kolay değil tabii.
“Tutuklu gazeteciler” denilince hep aklımıza “ünlü” gazeteciler geliyor. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Nedim Şener, Ahmet Şık gibi isimler.
Oysa cezaevlerinde tutuklu bulunan daha onlarca gazeteci var. Bunlardan biri de Vatan gazetesi muhabiri Çağdaş Ulus.
Çağdaş Ulus, KCK tutuklamaları kapsamında Maltepe Cezaevi’nde bulunuyor. Avukatının yaptığı açıklamaya göre infaz koruma memurları Çağdaş Ulus’u, 17 Şubat’ta avukatıyla görüştükten sonra gardiyanların kullandığı bir tuvalete sokarak, yerdeki paspas ile tuvaleti temizletmek istemişler.
Ulus bu isteğe karşı çıkınca koğuşuna götürülmüş, şikâyetini cezaevi müdürüne iletmesi de engellenmiş.
Avukat şu bilgiyi de veriyor: “Dünkü görüşmemizde, Çağdaş’ın sağ elinin morarmış olduğunu gördüm. Geçen hafta alınan kan örneklerinin sonucu hâlâ çıkmamış. Çağdaş’la aynı koğuşta kalan bir başka tutuklu, revirdeki doktor tarafından 35 gün önce hastaneye sevk edilmiş, ancak idare sevk işlemini hâlâ yerine getirmemiş. Yaşanan bu süreçle ilgili Kartal Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunacağız. Ulus’un hayatından endişe ediyoruz”.
Endişenin yersiz olmadığı, cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü olarak bulunan kişilere ve özellikle de “sahipsizlere” kötü muamele uygulamalarının yaygın olduğu bir sır değil.
Adalet Bakanlığı’nın yeni Engin Ceber olayları yaşanmaması için ceza ve infaz kurumları yönetimlerini sıkı takibe alması gerekiyor.
Elbette insan hakları konusundaki fikirleri samimiyse!
Antalya’daki acı olay ders olmalı
ANTALYA ’da etrafa ateş açan bir suçluyu ikna etmek isterken hayatını kaybeden Emniyet Müdürü ile ilgili haberleri izleyen bir insanın üzülmemesi mümkün değil.
Mesleğinde başarılı olup yükselmiş, önemli bir göreve gelmiş, iyi bir aile kurmuş, çocuklarını büyütmekten başka bir tasası olmayan bir kişilik. Gözü kapalı ölüme gidecek kadar da işine bağlı bir insan olduğu belli.
Kendisini hiç tanımazdım, ama doğrusunu isterseniz “görevi başında şehit düşmüş olmasının” da kimseyi teselli etmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Bir kez daha ortaya çıkıyor ki emniyet güçlerinin bu tür olaylarda uyması gereken kuralları belirleyen prosedürler ya eksik ya da bunlara uyulmasına yeterince özen gösterilmiyor.
Bunu yapacak olan makam da Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı’ndan başkası değildir.
Polislerin yaşamlarını korumak onların öncelikli işidir. Ve bu işi ciddiye aldıklarına dair bir işaret de ne yazık ki görülmüyor.