Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Komşu komşuya benziyor

BUGÜN İran’da Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılacak.

İran’daki “demokrasi”nin kendine özgü olduğunu biliyoruz. Ama birçok kısıtlamadan malul o demokraside bile bizde olamayan bir şey oluyor: Seçim yarışına giren liderler, televizyondaki açık oturumlara birlikte katılıp, halkın önünde birbirleriyle tartışabiliyorlar.

Seçimden önceki son televizyon tartışmasında Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, İran Merkez Bankası verilerine göre yüzde 25 olan enflasyonu “yüzde 15” diye açıklayınca kıyamet koptu.

Diğer üç aday Ahmedinejad’ı yalancılıkla suçladı, Ahmedinejad ise “Ben öyle bir şey söylemedim” dedi.

Adaylardan Kerrubi’nin danışmanı Abbas Hamdi şöyle diyor: “Batı’da televizyon düellosunda yalan söylemek hayal bile edilemez. Medya yalancının foyasını hemen ortaya çıkarır. Ancak burada hiçbir şey olmuyor. İran’da biri çıkıp, ’Ben böyle bir şey söylemedim’ diyebiliyor ve iş orada kalıyor.”

Almanya’nın Sesi Radyosu’nda bu haberi dinlerken, iki komşu ülkenin ne kadar da birbirine benzediğini düşündüm.

Bizde de iş başındaki siyasetçilerin, herkesin gözünün içine bakarak söyledikleri sözleri “Ben onu demek istemedim, öyle söylemedim” diye geri almaları sık rastlanan bir durum.

Ve bu duruma yönelik eleştiride de referans, bizde olduğu gibi orada da “batıda olmaz” önermesinden ibaret.

İran halkının bu kez bin yıllık medeniyetlerine yakışacak bir seçim yapmasını diliyorum.

Başbakan’ın ruh durumu

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, dün NTV’de canlı yayına çıktı.

Erdoğan’ın sorulara verdiği yanıtlar arasında şöyle bir bölüm de var.

“Köşe yazarlarına bakıyorum. Köşelerinde sırf hakaret! Allah aşkına bu Başbakan’ın 365 günün hiç bir günü olumlu yaptığı hiç bir şey yok mu? Bu ülkede neler neler değişiyor. Bunların ne gazetelerinde ne televizyonlarında yapılan hayırlı şeyleri göremezsiniz. Yaptığımız hizmetlere medyada yere verilmediğini görüyoruz.”

Başbakan daha sonra da “Ben eleştirileri normal karşılarım” diyor ki bu çelişkiyi bir kenara bırakıyorum.

Başbakan’ın medya ile sorununun temelinde bu “haksızlığa uğramış insan psikolojisi” yatıyor. Sorunumuz da esasen budur.

Bugün Türkiye’de yayımlanan köşe yazılarında “hakaret”, ancak Başbakan’ın çok sevdiği Vakit gibi gazetelerde yaygın olarak rastlanıyor.

Onun dışındaki köşe yazarlarını işim gereği her gün okuduğum için biliyorum, hakaretten söz edebilmek kolay değil.

Evet, eleştiri çok var ama hakaretten söz edebilseydik, Türkiye’deki mevcut yasalar bunu cezalandırmakta gecikmezdi.

Nitekim tek tük de olsa hakaretler yasal takibe uğruyor.

Öte yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bununla ilgili kararları, bizim “hakaret” saydığımız bazı sözcüklerin kullanılmasını bile “eleştiri hakkının sınırları içinde” kabul ediyor.

Başbakan’ın içine sindirmesi gereken şey, gazetecilerin işinin iktidar şakşakçılığı olmadığıdır.

Başbakan bu psikolojiden kurtulmayı başardığı gün, demokrat olmaya bir adım daha yaklaşır.

Bir dava ve iki ilginç durum

MİLLİYET muhabiri Nedim Şener hakkında, yazdığı “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” isimli kitap nedeniyle açılan davanın ilk duruşması yapıldı.

Şener hakkında 28 yıl hapis cezası isteniyor. (Hrant Dink’in katil zanlısı Ogün Samast için istenen cezanın 20 yıl olduğunu da hatırlayalım.)

Şener, kitabında Dink suikastı ile ilgili istihbaratı aldıkları halde, cinayeti önleyebilmek için kıllarını bile kıpırdatmayan emniyet görevlileri ile ilgili devletin soruşturma raporlarına da girmiş bilgileri ve belgeleri açıklıyor.

Bunun nasıl bir suç oluşturabileceğini konuşmak bile saçma. Bu nedenle işin bu kısmına girmeyeceğim. Böyle konularda mahkemelere güvenmek, yapılacak en doğru iştir. Benim dikkatimi çeken konu, Dink suikastı ile ilgili olarak hassasiyetlerini duruşmalara giderek, zaman zaman gösteriler yaparak kamuoyuna duyuran çevrelerin bu davaya karşı ilgisiz tutumları.

Suikast ile ilgili ihmalleri ve gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışan bir gazetecinin duruşmasına katılıp, bir dayanışma sergilemek gerekmez miydi?

Öte yandan konunun bir de “medya boyutu” var.

Dikkat ettim, “yandaş medya” davadan habersiz gibi görünüyor.

Anlaşılabilir bir tutum tabii. Çünkü bu dava, kitabın içeriği bakımından malum cemaati de ilgilendiriyor. Cemaatin Emniyet içindeki örgütlenmesini rahatsız edecek bir durum var ve “yandaşlar” da bundan çekinmiş olmalı.

Ya da ikinci bir olasılık: Cemaat korkusu öyle bir boyuta gelmiş mi kimse oraya dokunacak bir şeye elini sürmek bile istemiyor.