Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Putin, Erdoğan’ı yaya bıraktı

ANTALYA’da 1.4 milyar dolar yatırarak bir otel inşa eden ve açılış törenine büyük yıldızları davet ederek ciddi bir gösteri yapan Azeri asıllı Rus vatandaşı Telman İsmailov’un başı Putin ile dertte.

Türkiye’ye böyle büyük bir yatırım yaptığı için eleştirilen İsmailov ile ilgili “bitirme” kararı, bizzat Putin’in başkanlık ettiği bir toplantıda alınmış.

İsmailov’un Moskova’daki depolarında içinde 2 milyar dolarlık kaçak mal bulunan 6 bin konteynerine el konuldu.

Neresinden baksanız acayip bir iş!

Operasyonun tam da otel açılışının ertesine rastlaması, Putin’in öfkesinin bu işte rol oynadığını düşündürtüyor ki gazeteler de böyle yazıyor zaten.

Doğan Grubu’nu, gazetelerinde yazılanlar için cezalandırma amaçlı vergi uygulaması gündeme geldiğinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Putinleşme arzusuna” dikkat çekmiştim.

Ama öyle görünüyor ki Başbakan’ın, Putin’e yetişmesi için daha birkaç fırın ekmek yemesi gerekecek.

Çünkü Türkiye’de hukuk düzeni, Rusya’daki gibi değil. Başkan emir verince akan sular durmuyor!

Zaten bizim Başbakanımız da “yargının, yürütmenin elini kolunu bağlamasından” yakınıp duruyor.

Bu sorunu bir çözebilirse, görün bakalım Putin mi Erdoğan’ı örnek alacak, Erdoğan mı Putin’i?

Şaka değil, aynıyla vaki!

BÖYLESİNE ancak Türkiye’de rastlanabilirdi ve nitekim de öyle oldu. Muğla’nın Güllük Körfezi’nde, tam 70 dönümlük, denize sıfır bir hazine arazisi kayboldu!

Hayır, uzaylılar gelip, araziyi ışınlayarak kendi dünyalarına götürmediler, arazi orada duruyor ama aynı zamanda da durmuyor.

Olay hem Türk girişimci ruhunun sınır tanımayan yönünü gözler önüne seriyor hem de Türk kamu yönetiminde işlerin nasıl yürüdüğünü bir kez daha görmemizi sağlıyor.

İzmirli bir “girişimci”, bundan 40 yıl önce bu 70 dönümlük araziyi çok beğenmiş ve gelip “yatırım” yapmış.

Arazinin üzerine lokantalar, turistik tesisler ve bir de plaj kulübü inşa edilmiş.

Olayın 40 yıl sonra ortaya çıkmasının nedeni, girişimcinin bu sahile dolgu yapmaya kalkışması.

Bu son “girişim”, bölgedeki çevrecilerin dikkatini çekince olay ortaya çıktı.

“Girişimci” arazinin tapusunun olmadığını, yaptığı her binanın da ruhsatsız olduğunu kabul ediyor. “Verdiler de ben mi almadım” gibi bir havası da var. Kendisine eski yöneticilerin “Sen yap, ileride tapuyu da alırsın” dediklerini anlatıyor.

Milas Kaymakamlığı ise araziyi işgal eden kişiye karşı davalar açıldığını, hepsinin kazanıldığını ve jandarma tarafından tahliye kararının kendisine tebliğ edildiğini açıklıyor.

Düşünün: 40 yıldır kendinize ait olmayan bir araziyi kullanıyor, üzerine tesisler kuruyorsunuz.

Ve sonra hırsınızı alamayıp koca arazi yetmiyor gibi sahili doldurmaya kalkıyorsunuz.

Bunu yapmamış olsanız, belki bir 40 yıl daha orada oturacaksınız, kimsenin haberi olmayacak.

Atasözündeki gibi yani: Az tamah, çok zarar getiriyor!

Kamu idaremiz açısından da tuhaf bir durum. 40 yıldır işgal altındaki bir Hazine arazisini, açtığınız davaları kazanmanıza rağmen bir türlü boşaltamıyorsunuz.

Neresinden baksanız fıkra gibi bir durum. Tek farkı var ki bu gerçek! Böyle şeyleri eskiden Aziz Nesin öykülerinde okurduk, şimdi gazete haberi de oluyor.

Ancak bir arpa boyu yol gittik

DÜN Ergenekon Davası’nın 100. duruşması yapıldı.Davanın başlama sürecindeki ilginin giderek azaldığını yazıyor gazeteler. Eskiden duruşma salonu adam almazdı, şimdi iki-üç sanık yakını ve 10 kadar gazeteciden başka kimse yokmuş.

Hiç yadırgamadım bu durumu.

Bizim her işimiz böyledir zaten. Bir bardak suda fırtına koparırız, iki hafta geçmeden unutup başka konulara yelken açarız.

Öte yandan her biri ortalama 7 saat süren 100 duruşmada alınan yol, “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir arpa boyu yol gittik” şeklinde özetlenebilir.

Bunun böyle olacağını, bitmek bilmeyecek bir dava sürecinin varsa gerçek suçun ve suçluların ortaya çıkmasını engelleyeceğini yazmıştım.

Bir bölümü kanıt bile sayılmayacak, kanıtlığı tartışmalı klasörler dolusu belge, başı sonu belli olmayan bir “örgüt” iddiası, beş benzemez sanıklar ile varabileceğimiz başka bir yer de yoktu zaten.

Savcılık, en başından itibaren sansasyon yaratmak yerine, daha ele gelir “kompakt” bir iddianame ile yola çıksaydı, bugün gerçeğin hiç olmazsa bir ucunu görüyor olacaktık.

Uzayan dava sürecinin, tutuklamaları bir ceza haline dönüştürmesi de insan haklarına aykırılık bakımından bir başka büyük sorun.

Dileğim, dava sürecinin savunma hakkını kısıtlamayacak şekilde hızlandırılması ve Türkiye’yi ortasından ikiye bölen bu davada gerçeklerin bir an önce ortaya çıkarılmasıdır.