Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Kurtarılmış bölgeler mi var?

Başbakan Ahmet Davutoğlu, New York’ta yaptığı açıklamada “bugün itibariyle şunu ifade etmek isterim ki Türkiye’ye dönük terör tehdidinin beli kırılmıştır” dedi.
Buradan anlıyoruz ki artık ciddi bir terör tehdidi ile karşı karşıya değiliz.
Başbakan “eş zamanlı operasyonlar” ile bu tehdidin bertaraf edildiğini söylüyor.
Ama ona mı inanacağız yoksa ülkenin değişik yerlerindeki Valilerin, İl ve İlçe Seçim Kurullarına, sandık taşımak için söyledikleri gerekçelere mi inanacağız, karar veremedim doğrusu.
Valilere bakılırsa terör tehdidinin belinin kırılması bir yana, Türkiye hükümeti ülkenin bazı kent ve kasabalarında güvenli seçim yapılabilmesini sağlayabilecek durumda bile değil!
Anayasa ve Seçim Kanunu’na, YSK’nın daha önce verdiği kararlara aykırı sandık taşıma kararları bu gerekçeyle veriliyor.
Terörün beli kırıldıysa, bu kararlar neden ve hangi gerekçeyle alınıyor?
Valilere mi inanacağız, Başbakan’a mı?
Aslına bakarsanız, Valilerin sandık taşıma kararı aldırmak için ileri sürdükleri gerekçeler bize bir tek şunu düşündürtebilir: Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümeti ve emrindeki güvenlik güçleri, ülkenin bazı bölümlerinde kontrolü tamamen kaybetmişler.
Öyle ki 65 yıllık çok partili hayatımızda her şart altında sandık kurulup, seçim yapılabilen yerlerde şimdi sandık kurulamıyor.
Devletin kontrolünü oralarda tamamen kaybettiğini düşünmemiz gerekiyor bu durumda.
Yani beli kırıldığı söylenen silahlı güçler, ülkenin bazı yerlerinde tek hakim haline gelmişler, devlet oralara uzanıp, güvenliği sağlayıp, seçim bile yaptıramıyor!
Bu durumda meselenin adını da doğru koyalım o zaman: Bir ülkenin toprakları içinde devlet gücünün değil, başka silahlı grupların hakim olduğu bölgeler varsa buna gerilla savaşı terminolojisinde “kurtarılmış bölge” deniliyor.
Türkiye’de “kurtarılmış bölgeler” mi var artık diye sormak gerekiyor.
Başbakan, AKP kongresindeki konuşmasında “Türkiye’de sanki olağanüstü bir durum varmış gibi gösteriyorlar” demişti.
Bundan “olağanüstü” daha ne olabilir ki?
—————————–
 
Hayaller ve gerçekler
 
Normal olarak konuşurken düzgün cümleler kurma yeteneğine sahip bir insan, bir konuda konuşurken cümlenin başını, sonunu elinden kaçırıyorsa bir sorun var demektir.
Bu sorun da en basitinden içinde bulunduğu durumu algılayıp, ifade etmekte güçlük çektiği şeklinde yorumlanabilir.
Bundan daha da kötüsü, ne söyleyeceğini bilememek durumudur.
Ne söyleyeceğini bilemediği için başı sonu belli olmayan cümleler kurarak, meseleyi geçiştirmeye çalışıyordur.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da elinde bir metin olmasa bile derdini anlatacak düzgün cümleler kurarak konuşur, bunu biliyoruz.
Şimdi bayram namazından çıkarken verdiği demeci okuyalım. Hiç bir yerini değiştirmeden, olduğu gibi aktarıyorum:
“Esed’siz bu sürecin olması veya geçiş sürecinde belki Esed ile gidilme gibi bir şey olabilir ama asıl olması gereken muhalefetin, bir defa Esed’le zaten bir Suriye geleceğini kimse görmüyor. 300-350 bin vatandaşın ölümüne neden olan bir kişiyi, bir diktatörü kabul etmeleri mümkün değil.”
Cümleler birbirinin içine geçmiş, birbirini tamamlamıyor, yarım kalmış, ne demek istediğini anlayabilmek mümkün değil.
Böyle konuşuyor, çünkü Suriye krizinin başından beri izlediği politika artık tam anlamıyla paramparça olmuş durumda.
“Emevi Camii’nde Cuma namazı” kılma hayaliyle çıktığı yolda şimdi 2 milyon mülteci ve Esad ile baş başa kalmış bulunuyor.
——————————
 
Bu, delikanlılığa hiç sığmadı
 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski bir görüşmeyi gündeme getirip Aydın Doğan’ın kendisine “öyle dönemler oldu ki, biz hükümet getirdik, hükümet götürdük” dediğini iddia etti.
Güya Aydın Bey, bu sözleri Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Tansu Çiller için söylemiş.
Bunun üzerine kendisi de Aydın Bey’e şöyle dediğini söyledi.
“Kusura bakma. Ben doğma büyüme Kasımpaşalıyım. Hak bildiğimiz şeyden taviz vermeyiz.”
Bu Cumhurbaşkanı’nın iddiası.
Aydın Doğan da Hürriyet’te yayımlanan açıklamasında böyle bir söz söylemediğini, bu anlama çekilebilecek bir söz de sarf etmediğini, böyle bir şeyi ihsas dahi etmediğini açıkladı.
Aydın Bey ile 20 yıldır birlikte çalışıyoruz, ilişkimizin geçmişi “onu yakından tanırım” deme hakkını bana veriyor.
Tanıdığım Aydın Doğan’ın böyle bir söz söylemeyi aklından dahi geçirmeyeceğini de bu nedenle gayet iyi biliyorum.
Hukukta tanıksız, kanıtsız suçlamalar için söylenen “senin sözüne karşı onun sözü” diye bir kavram var. Bu durum tam da ona uyuyor.
Ama meselemiz bu değil, bu konuda söylenmesi gereken söylendi çünkü.
Ben biraz “delikanlılık” üzerine konuşmak istiyorum.
Cumhurbaşkanı Kasımpaşalı olmasından hareketle bunun kendisine doğal yollardan geçmiş bir durum olduğunu söylüyor.
Ben böyle yine yiğidin harman olduğu yerde doğduysam bile bu bana doğal yollardan geçmedi.
Zaten böyle bir şeyde olamaz. İnsanın kişiliğini belirleyen şey doğup büyüdüğü yerin havası, suyu filan değildir.
Benim delikanlılık anlayışım da çok karmaşık değil. Bir tek ölçüm var: Dengin mi? Sana yanıt verebilir mi? Senin sahip olduğun olanaklara sahip mi?
Cumhurbaşkanı adı üzerinde bu devletin başı. Kendisi yasalarla korunuyor. Gık çıkartanın başına savcılar üşüşüyor, sulh hakimleri de hapse tıkıveriyor.
Yani hiçbirimizin dengi değil. Ne Aydın Beyin, ne benim ne de başkasının.
Onun için kanıtlayamayacağı bir iddiayı televizyonda söylemeden önce kırk kere düşünmesi gerekirdi. Bu söylediği sözün sonuçlarını hesaplamalıydı.
Ama yapmadı. Çünkü siyaset söz konusu olduğunda delikanlılık filan sadece nutuklarda kullanılan bir kavram haline geliyor.
Bir söz ortaya atılıyor, inanan inansın diye bekleniyor ve sonra o söylenmiş sözün üzerinde tepinilerek siyaset yapılıyor.
Şunu söylemek istiyorum ki bu delikanlılığa, hiç ama hiç sığmıyor!
——————————-