Obama’nın verdiği ‘sorumluluk’ dersi
ABD Başkanı Barack Obama ile yapılacak seçimdeki rakibi Mitt Romney arasında izleyicilerin de katılımıyla yapılan son tartışmada konu Libya’da öldürülen ABD Büyükelçisi ve üç elçilik çalışanına da geldi.
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bir gün önce yaptığı açıklamada Başkan’ı bu nedenle yapılan eleştirilerden korumak için sorumluluğun kendisinde olduğunu söylemişti.
Başkan Obama televizyon tartışmasında bu konuda şunu söyledi: “Clinton benim için çalışıyor. Ben başkanım ve her zaman sorumluyum. Bu nedenle orada neler olduğunun ortaya çıkarılmasını kimse benim kadar isteyemez.”
Bu köşede “siyasi sorumluluk” kavramı üzerine çok yazı yazdım.
Bizim memleketimizde iktidarda kim olursa olsun, kimse yolunda gitmeyen işlerden dolayı siyaseten sorumluluğu üstlenmez.
Hele bir de ortaya atılıp “Ben sorumluyum” diyen birisi çıkarsa kimse bu sözün üzerine çıkıp da “Hayır, sen bana bağlı çalışıyorsun, asıl sorumlusu benim” demez, demeyi aklından bile geçirmez.
Bir ülkede yolunda giden ve gitmeyen her türlü işin sorumlusu siyasi iktidarın sahibidir, hükümettir. Seçmenler işleri düzgün yöneteceğine, sorunları çözeceğine inandığı siyasetçiye oy verir, işbaşına getirirler.
Onların da ülkeyi yönetmek için doğru insanları seçmesini, doğru kararlar almasını beklerler.
İşbaşına gelenlerin bu nedenle düzgün gitmeyen işler için halka karşı siyasi sorumlulukları vardır.
Bizim ülkemizde de seçmenler iyi yöneteceğine inandıkları kişiyi seçip işbaşına getirirler ama seçilip işbaşına gelenler yolunda gitmeyen işlerin siyasi sorumluluğunu üstlenmezler.
Obama’nın bu çıkışının, Türkiye’ye de başkanlık sisteminin gelmesini önerenlerin kulaklarına küpe olmasını dilerim ama bunun boş bir dilek olacağının da farkındayım.
Çünkü bizde siyaset sorunları çözmek için değil, memleket kaynaklarından azami ölçüde faydalanmak için yapılır.
Siyasal kültür farkı
OBAMA ile Romney arasındaki televizyondan da canlı olarak yayımlanan tartışma Hofstra Üniversitesi’nde izleyicilerin de katılımıyla yapıldı.
Deneyimli televizyoncu Candy Crowley’nin yönettiği tartışmada izleyiciler başkan adaylarına oldukça sert sorular da sordular.
İzleyicilerin seçimini ise Gallup araştırma şirketi yaptı. New York bölgesine kayıtlı seçmenler arasından yapılan seçimde temel ölçüt, seçmenlerin kime oy vereceklerine henüz karar vermemiş olmasıydı.
Gallup, özel bir anket ve örneklem kullanarak 82 izleyiciyi seçti ve bu 82 kararsız seçmen canlı yayına katıldı, adaylara sorular sordu. Adaylar seçilen izleyicilere itiraz etmeyi akıllarından bile geçirmediler, çünkü araştırmayı yapan şirket de biliyor ki tek sorumluluğu ülke halkının kararsız kesimini temsil edecek doğru insanları seçmekti. Adaylar, kendilerine oldukça ağır sorular soranlarla kişisel bir polemiğe de girmediler. Soruları yanıtlarken izleyiciler ile değil, birbirleriyle tartıştılar. Bu tartışmayla ilgili haberleri okurken cennet vatanımızı hatırlamadan edemedim tabii.
Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Bahçeli’nin televizyona çıkıp, bir tarafsız araştırmayla belirlenmiş izleyicilerin sorularını yanıtladıklarını, onları azarlamadıklarını, tartışmayı birbirleriyle yürüttüklerini hayal bile edemedim.
Başbakan Erdoğan bırakın araştırmayla seçilmiş kararsız seçmenleri karşısına almayı, gazetecileri bile kendisinin seçmediği televizyon açık oturumlarına katılmıyor.
AKP kongresinden önce kaç televizyona çıktı, hepsinde karşısında kendi seçtiği gazeteciler vardı. Onlar sorularını Başbakan’ı kızdırmamaya gayret ederek uslu uslu sordular, o da aldı sazı eline, çaldı, söyledi.
Üniversitelerin açılış törenlerine gidip konuşuyor, salona sadece rektöre uslu uslu oturma sözü veren öğrenciler alınıyor, kimse zaten soru sormaya da cesaret edemiyor.
Kılıçdaroğlu ile Bahçeli’ye şu anda böyle bir imkân da verilmiyor ama günün birinde iktidara gelecek olsalar onların davranışı da Başbakan Erdoğan’ınkinden farklı olmaz, çünkü bizim siyasal kültürümüz ne yazık ki bu.
Başbakan ‘Keşke Merkel kalsa’ diyordur
ALMANYA’da gelecek yıl yapılacak seçimlerde iktidara ortak olma planları yapan Yeşiller Partisi’nin eşbaşkanı, Türk asıllı politikacı Cem Özdemir, Milliyet’te Gizem Acar’ın sorularını yanıtladı.
İktidara gelmeyi başardıkları takdirde Türkiye ile müzakereleri canlandırmak için çalışacaklarını söyleyen Özdemir’den bir alıntı yapayım:
“Fransa’da hükümet değişti. Almanya’da değişim gündemde. Seneye bir pencere açılacak. Bu durumda Türkiye ne yapacak? ‘Gelin AB’ye’ dediğimizde, Ankara ‘Biz hazırız’ mı diyecek yoksa ‘Keşke Merkel kalsa biz de rahat etsek’ mi diyecek?”
İki şıklı basit bir soru ve AKP hükümetinin bir süredir izlediği politikalara bakarsak yanıtımız şu olmalı: “Keşke Merkel kalsa biz de rahat etsek!”
Çünkü Ankara, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarını garanti altına aldığına kesin olarak inandığından beri AB hedefini zaten unutmuş durumda.
O kadar ki “yeni demokratik, sivil, katılımcı anayasayı” hazırlayacak Anayasa Komisyonu Başkanı bile, AB İlerleme Raporu’nu okumadan çöpe atmak fikrinde.
AB bu hükümet için artık bir hedef değil.
Euro bölgesindeki ağır ekonomik krizi öne sürüp AB’nin dağılacağından, çökeceğinden söz ediyorlar.
Oysa her ekonomik krizin bir çıkışının olduğunu, bizden daha iyi kim bilebilir?
Türkiye’nin AB hedefine bir türlü yaklaşamıyor olmasının sorumluluğunu Sarkozy’nin, Merkel’in, Kıbrıslı Rumların, Avrupa’daki ekonomik krizin üzerine atmak daha kolaylarına geliyor çünkü.