Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Önce İngiltere’de olmasının bir nedeni var

OLİMPİYAT oyunlarının açılış gösterisini dünyada milyonlarca kişi ağzı açık izledi. Köylü bir toplumun, bir devrim yaratarak sanayi toplumuna dönüşmesini anlatan gösteriyi izleyenler arasında Başbakanımız da vardı.

Eminim o da bu gösteriyi izlerken, sanayi devriminin neden İngiltere gibi çok fazla doğal kaynağa da sahip olmayan bir ülkede gerçekleştiğini, mesela Fransa’da ya da insanlık tarihinin başladığı bizim topraklarımızda gerçekleşmediğini merak etmiştir.
Bu sorunun yanıtı “özgür düşüncenin gelişmesinde” yatıyor.
İngiltere’de, Newton’un Principia’sını, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ni yazdığı ve her türlü fikrin serbestçe tartışılabildiği yıllarda, Fransa Voltaire’ın Felsefi Mektupları’nı, Diderot’nun Ansiklopedi’sini yasaklıyordu.
Londra Miles Kahvehanesi, 1659’da kurulan “amatör parlamento”nun merkeziydi, her türlü fikir serbestçe tartışılır, sonunda ortaya “ahşap bilici” adını taşıyan bir sandık konur, herkes katıldığı fikre oy verirdi. Fransa’da ise aynı dönemde kahvehaneler kralın ajanlarıyla kaynar, ters bir söz söyleyen Bastille’in yolunu tutardı.
O yıllarda Londra’yı ziyaret eden bir Fransız olan Abbe Prevost hayretle karışık şöyle yazıyordu: “Hükümetten yana ve hükümete karşı tüm gazeteleri okuma hakkına sahipsiniz.”
İşin sırrı özgür düşüncenin serbestçe dolaşabilmesindeydi. Elbette başka birçok faktör rol oynadı ama temeli buydu.
Tarih kitapları o yıllarda bu topraklarda milletin içtiğiyle, giyindiğiyle, saray entrikalarıyla uğraşanların hâkim olduğunu yazıyor!
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın işaret ettiği şey budur. Sözde değil, özde ileri demokrasi ve buna uygun bir hukuk düzeni ve bunu besleyecek bir eğitim sistemi olmaz ise Türkiye orta gelir tuzağına düşmekten kurtulamaz!

Kafes altın ama suyu akmıyor!

ADALET Bakanı geçtiğimiz aylarda bir grup gazeteci arkadaşımızı davet etti ve hep birlikte Silivri Cezaevi’ni gezdiler.
O zaman öğrenmiştik Silivri Cezaevi’nin ne kadar büyük bir yer olduğunu, bir küçük kasabayı andırdığını.
Kaç ton yemek pişiyor, kaç kişi çalışıyor, kaç tutuklu, kaç hükümlü yatıyor, revirinde neler var! Adeta bir tür “altın kafes” izlenimi yaratılmıştı.
Adalet Bakanı da “Bakın ne cicilerim var” heyecanı içinde güzel bir halkla ilişkiler faaliyeti yürütmüştü.
Ama geçen gün bu köşede yayımladığım Soner Yalçın’ın mektubundan öğreniyoruz ki “altın kafeste” su sadece 7 saat akabiliyor, 17 saat kesiliyor!
Tamam, biliyoruz orası bir tatil köyü değil ama bu kadar büyük bir tesisi kurmayı başarabilenin, orada suyu düzenli ve kesintisiz akıtmayı da başarabileceğini varsaymalıyız.
Eğer bu yapılamıyorsa aklıma iki şey geliyor:
Ya işbaşında beceriksizler var ya da su özellikle kesintisiz olarak verilmiyor ki tutuklulara yönelik eziyet katmerlensin!
Benim “işkence” ile ilgili tanımım geniş, bizim mevzuatımızla pek uyuşmuyor. Bana göre her gün yıkanmaya alışmış bir insanın bir gün bundan mahrum bırakılması bile işkence sayılır, ama yasalarımız ve uygulayıcılarımız bu konuda daha hoşgörülü.
Ama bu durum da en azından “efrada kötü muamele” sayılmalı. “Altın kafesin” sularını açın lütfen!

Televizyon kumandasının tuşları ne işe yarar?

RTÜK yetkilileri Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a brifing vermişler: RTÜK geçtiğimiz bir yıl içinde televizyon ve radyolara toplam 12 milyon 233 bin lira ceza kesmiş. Bu rakama ulaşabilmek için 281 televizyon programı cezalandırılmış.
Belli ki “cezalandırma” RTÜK gelirlerini şişirmek için bulunmuş yeni bir yöntem. Hem de aynı taşla ikinci bir kuş daha vuruluyor: RTÜK’e hâkim zihniyetin beğenmediği programların yayımlanması önlenebiliyor. “Sansür”ün para cezası kılığına girmesi bu!
Yakında bu nedenle sadece belli kanalların yayın yapabilir hale geleceğini görürseniz, sakın şaşırmayın!
RTÜK’ün açıklamalarına göre 2011 yılında vatandaşlardan 240 bin 830 şikâyet gelmiş. 2012’nin ilk dört ayında ise 33 bin 129 vatandaş şikâyeti var!
İstatistik bana bir tek şeyi anlatıyor: Bu topraklarda demokrasi fikrinin içselleştirilebilmesi için daha çok zaman gerek!
Televizyonda bir programı seyretmek insanın kendi elinde olan bir şey!
Beğenmediğiniz, sizi rahatsız eden bir şeyi seyretmezsiniz, elinizdeki kumandaya bir “tık” yeter.
Sizin gibi başkaları da beğenmiyorsa, rahatsız oluyorsa onlar da aynı parmak hareketini kolayca yapabilirler. Bunların sayısı zaten çoksa, televizyon kanalını yönetenler geri zekâlı değil, herkesin rahatsız olmadan izleyebileceği başka bir programı yayına koyarlar.
Kimse o programları zorla izlettirmiyor.
Ama birileri kendisi rahatsız olduğu için başkalarının da o programı izlemesine tahammül edemiyor ve sarılıyor şikâyet mektubuna!
Bunun “Ben içki içmem, başkası da içmesin”den, “Ben türban takmam, başkası da takmasın”dan, “Ben kolsuz tişört giyilmesinden rahatsız oluyorum, giymesinler”den hiçbir farkı yok.
Bütün mesele başkalarının hayatlarına karışma derdi.
“Ben böyle yaşıyorum, o da kendi istediği gibi yaşasın” bu topraklarda kolayca yeşermeyen bir düşünce.
İsmet Berkan’ın yazdığı gibi, herkesin kendisine göre bir ahlak anlayışı var ve onu başkalarına dayatmaya çalışıyor.
Onun için de demokrasimiz bir ileri adım atabilmek için yıllarca kıvranıyor!