Darıldın mı gülüm bana!
KIRILGAN kalplerden hoşlanırım. Hoşlandığım şey fiziksel olarak kalbin kendisi değil tabii. Kırılabilen kalplere sahip olan insanlardan söz ediyorum, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi.
Kırılgan bir kalbe sahip olan bir insan, duyumunu yitirmemiş demektir. Sadece kendisi için değil, başka zor durumdaki insanlar içinde kalbinin derinliklerinde bir sızı hisseder. Birisi haksız yere hapse mi atıldı, ona üzülür. Vakitsiz bir ölüm için sızlar. Başkalarının derdini düşünürken kendi dertlerini kolayca unutabilir.
Hani Göksel’in şarkısında çekip giden sevgilinin, kızın kalbine bıraktığı acı batıyordu ya, tıpkı onun gibi. Benim ölçülerime göre iyi bir şeydir bu: Başkasının derdini de kendi derdi saymak.
Böyle kalpler, başkasının karşılaştığı bir haksızlık karşısında kolayca kırılabilirler ama haksızlık kendilerine yönelik olduğunda o kadar da kırılmazlar.
Buna içerleseler bile gülüp geçerler. İçlerinde bunu taşırlar ama dışarıya da kolay kolay belli etmezler. Bencil değildirler çünkü. Zaten bencil olsalar, başkalarının dertlerini de kendilerine dert etmezler, kalpleri bu nedenle sızlamaz. Yok sayarlar. “Darıldın mı gülüm bana, hiç bakmıyorsun bu yana” şarkısında olduğu gibi görmezden gelir, geçip giderler.
Unuturlar. “Hatıralar hayal oldu” şarkısındaki gibi. Ne de güzel söylerdi Dario Moreno: “Ben uzaklarda hasretle inlerken / Ben ümit dolu bir haber beklerken / Duydum ki artık beni unutmuşsun / Sen her gün bir başka dala konmuşsun.”
Cumartesi değil, pazar değil, bunların aklıma gelmesine neden olan şey memleketimizin iktidar partisinin zirvelerindeki kalp kırıklıkları oldu.
Bakmayın siz Cumhurbaşkanı’nın bazı AKP’lilerin söylev ve demeçlerine kırılmış olmasına.
Bundan Erdoğan–Gül çekişmesi çıkmasını da beklemeyin. Başbakan kafasına koydu Cumhurbaşkanı olacak. Şimdiki Cumhurbaşkanı buna itiraz etmez, bu aklından dahi geçmez.
Bir yola çıktılar, birlikte yürüdüler, şimdi nöbet değişimi zamanı. Ama “kalp kırıcıların” parti içindeki gelecekleri ne olur, işte onu kestirmek kolay değil. Tedbirli olsunlar derim!
Lise diploması ne anlama geliyor?
TÜRKİYE Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı’nın yönetimindeki liselerden mezun olabilenlerin, üniversitede eğitim görmeye hak kazandıklarını varsaymamız gerekir.
Nasıl mezun olduklarının önemi yok. Kopya çekmiş de olabilirler, notların 10 üzerinden verildiği dönemlerdeki moda deyişle “beşten şaşma, altıyı aşma” mottosuna uymuş da olabilirler, bütün derslerden tam not alarak da mezun olmuş olabilirler.
Lise diploması, üniversitede okuma hakkı verir.
Tabii üniversiteye girmenin bir ikinci koşulu da var. Sınava gireceksiniz ki diğer lise mezunları arasındaki yeriniz belli olsun.
Sınav zaten bunun için yapılıyor. Çünkü üniversite derslerindeki sandalye sayısından daha çok öğrenci sınava giriyor, mecburen bir sıralama yapmak gerek.
Sınavda yüksek puan alanlar daha gözde olan okullara girerler, düşük puan alanlar daha az tercih edilen okullara.
Bu sınavda “baraj” uygulanması saçma ve gereksizdir, çünkü “baraj” puanı koymak demek, Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği kapı gibi lise diplomasını yok saymak demektir. “Sen barajı geçemedin, lise mezunu sayılmazsın” demek anlamına gelir ki o zaman liselerden mezun olan çocukların şunu sorma hakları da olur:
“İyi de ben o zaman neden bu liseyi bitirmeye çabaladım?”
ÖSYM, üniversite sınavında böyle anlamsız bir “baraj” uyguladığı için üniversitelerde 200 bin kontenjan açık kaldı. Kendilerine bir fırsat tanınsa bir üniversitede okuyup, belki de bütün kaderi değişebilecek 200 bin çocuk dışarda boş gezerken, üniversitelerde de 200 bin sandalye boş kalacak.
Böyle bir saçmalık, ancak bizim bürokratik anlamsızlıklar ülkemizde olabilirdi ve oluyor.
Bir şişe bira için rektörleri arayabilen Başbakan, ÖSYM’ye de bir boş vaktinde telefon etse de 200 bin çocuk sokaklarda boş gezmekten kurtulsa ne kadar iyi olurdu.
Devletin bir görevi de gençlere eğitim olanağı sağlamak değil mi?
Adalet Bakanlığı’nın açıklaması
DÜN Silivri Cezaevi’nde akmayan sular ile ilgili olarak yazdığım “Kafes altın ama suyu akmıyor” başlıklı yazım için Adalet Bakanlığı Basın Danışmanı Adnan Boynukara bir açıklama yolladı. Açıklamada şöyle deniliyor:
“Silivri cezaevi kampüsünün suyu, İSKİ tarafından sağlanmaktadır. Kampüste iki adet 5000’er metreküp kapasiteli su deposu bulunmakta ve bu depolara günlük ortalama 6000 m3 su girişi olmaktadır. 2012 yılı Mayıs ayına ait kampüsün su tüketimi yaklaşık, 170.000 m3 tür. Kampüsün ortalama günlük su tüketimi 5500 metreküpdür.
Sağlık Bakanlığının 17 Şubat 2005 tarih ve 25730 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ‘İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik’ ekinde kişi başı günlük ortalama su tüketimi 200 litre olarak belirlenmiş. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı da, kişi başı günlük ortalama su tüketiminin ise 200 litre olduğunu bildirilmiştir.
Kampüste; 9.390 hükümlü-tutuklu kalmakta, günlük çalışan memur sayısı 800 ve 2.500’de ziyaretçi gelmektedir. Dolayısıyla kurumdaki su tüketiminden yararlanan kişi sayısı 12.700 civarındadır. (çalışan ve ziyaretçiler dâhil) Bu sayı dikkate alındığında, kişi başına günlük ortalama su tüketimi 433 litre olarak gerçekleşmektedir.
Kampüsteki cezaevlerine günlük 11 saate yakın su verilmektedir. Silivri cezaevlerinde 435 litre olarak gerçekleşen kişi başı tüketimi kontrol etmek ve dolayısıyla cezaevlerine 24 saat süre ile su verilebilmesini sağlamak için her odaya akıllı su sayacı konulması ve tüketimin otomasyon sistemi ile kontrol altında tutulmasına ilişkin teknik bir çalışma yapılmıştır. Bu sistemin kurulmasına ilişkin ihale süreci tamamlanmış olup, sözleşme yapılarak sistemin kurulumu Ekim 2012’ye kadar tamamlanacaktır.” Açıklama böyle ve okuyucularımın bilgisine sunarım.
Yalnız şunu da sormadan geçemeyeceğim: Madem herkese yeterli su var, neden cezaevlerine günde 11 saat su veriliyor?