Sadece ‘uçuşu’ hatırlıyorum
ESKİ İran Şahı Rıza Pehlevi’nin eşi Farah’ın anılarını okurken bir not almıştım. Kim olduğunu bilmediğim İranlı bir şairin bir dizesi bu. Şöyle diyor: “Sen uçuşu hatırla / kuş ölümlüdür.”Geçtiğimiz ay odamı yeni bir binaya taşırken, çekmeceleri dolduran böyle küçük notlar arasında bulunca yeniden hatırladım bu dizeleri. Bu notun hemen altına da Ülkü Tamer’in anılarını anlattığı kitabın adını yazmışım, parantez içinde: Yaşamak, hatırlamaktır!
Düşündüm, “Bunu neden yaptım acaba” diye, hatırlamam mümkün olmadı.
Acaba o günlerde iki kitabı bir arada mı okuyordum, yoksa Farah’ın anılarındaki bir şey, Ülkü Tamer’in anılarındaki bir şeyle mi örtüşüyordu? Bilemedim.
Not aldığım küçük kâğıdın artık sararmış rengine bakılırsa hatırlamama olanak olmayan bir zaman süresi de geçmiş olmalı üzerinden.
Böyle durumlarda şu ya da bu nedenle hafızasını kaybetmiş insanlar ile ilgili olarak çekilmiş filmler geliyor aklıma.
Günün birinde herkesin başına gelebilecek bir şey, hafızayı tamamen kaybedip, hiçbir şeyi hatırlayamamak. İsimleri, yüzleri, yaşadığın mekânı tamamen unutmak!
Bir yandan gözümü korkutuyor bu olasılık. Geçmişini hatırlayamayan bir insan, önündeki günleri nasıl yeniden kurabilir?
Öte yandan şu andaki “normal” halimde de hatırlayamadığım bir geçmiş saklı sanki.
İlk otomobilimin plakasını hiç hatırlamıyorum mesela. Bankada ilk kez kendi adıma açtırdığım hesabın hangi bankada olduğunu da. Gazetecilikteki ilk maaşımı hatırlıyorum ama kısa bir süre üniversitede asistan olduğumda aldığım maaşı hatırlamıyorum. Lisedeki sınıf numaramı hatırlıyorum ama en yakın arkadaşlarımın bile telefon numaralarını hatırlamıyorum.
Ama taa ilkokul birinci sınıfında Ankara Deneme İlkokulu’ndaki sınıfın en güzel iki kızının, İnci Gül ve Işın’ın isimleri, soyadları ile birlikte hafızamda pırıl pırıl duruyor. Hatta yüzleri, saçlarının rengi, sınıfta oturdukları sıraların yerleri bile!
Kızımı kucağıma aldığım ilk an da capcanlı. Kucağımdayken çıkardığı ilk ses de hâlâ kulaklarımda çınlıyor, dün olmuş gibi. Demek ki “hatırlanmaya değer” olanları tutmuşum hafızamda, gerisini bilgisayardaki gibi bir tuşa küçük bir parmak darbesiyle silmişim.
Sevdiğin kadına ilk sarıldığın an. Onu ilk kez öptüğünde hissettiklerin! Buğulanmış bir beyaz şarap kadehini dudaklarına doğru götürürken karşındaki kadına bakıp dünyanın en mutlu insanı olduğunu düşündüğün an. Rüzgârın dağıttığı sarı saçların kıvrımları! Burnuna hafif bir esintiyle gelen yasemin kokusu!
Hatırladığım şeyler sadece böyle “anlar”. Kendimi ne kadar zorlasam da o anın bir saniye öncesini ve sonrasını çıkartamıyorum bir türlü.
Ölümle yüz yüze gelip de hayatta kalanlar o kritik saniyelerde hayatlarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini söylüyorlar hep.
Bu durumda benim göreceğim filmin yönetmeninin dramatik yapıya, kurguya hiç önem vermeyen birisi olacağını düşünüyorum.
Sanki hayatım birbiri ardına eklenmiş çok kısa metrajlı filmler gibi geliyor bu nedenle bana.
Her kısa film aslında bir tek sekanstan oluşuyor. Kafası hayli karışık bir film yönetmeni bu sekansları birbiri ardına dizmiş gibi sanki.
Bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir, bir fikrim de yok doğrusu.
Sadece “uçuşu” hatırlıyorum, kuşun ölümlü olduğunun farkındayım.
Karikatürdeki acımasız gerçek
‘PAZAR Sevişgenleri’ dizisinden bir karikatür var. Bir kadın ve bir erkek yatakta yatıyorlar. Kadın soruyor: “Yani şimdi ölene kadar ben yemek yapcam, çamaşır yıkıycam, çocuk bakcam. Sen de işe gidip gelip, sabah akşam beni öpcen, öyle mi?”
Erkek yanıtlıyor: “Sen ne sanmıştın ki evliliği, Rio karnavalı mı?”
İyi bir karikatürün olması gerektiği gibi: Bir gerçeği en acıtıcı biçimde gözümüzün içine sokuyor ama bunu yaparken de güldürmeyi başarıyor!
Bu tür şeyler hep benim başıma mı geliyor, yoksa benim seçici algım sadece bunları mı fark etmeme yol açıyor, bilemiyorum. Geçenlerde gittiğim bir düğünde çiftler “Özledim, teninin kokusunu özledim” şarkısı eşliğinde dans ediyorlardı.
Bir erkek, bir kadına sarılmış, romantik bir şarkı eşliğinde dans ederlerken ne olmasını beklersiniz?
Birbirlerine daha çok sokulmalarını, birbirlerinin gözünün içine bakmalarını, birbirlerinin kulağına bir şeyler fısıldamalarını vs. diyorsanız yanıldınız. Öyle görünüyor ki aradan yıllar geçtikten sonra o pek de kolay olamıyormuş. Pistteki çiftleri gözlemlerken bunu fark ettim.
Kimisi hiç konuşmuyor, erkek kadının omzunun üzerinden boşluğa bakıyor, kadının gözleri ise diğer kadınların elbiselerinde, mücevherlerinde sanki.
Gittiğim lokantalarda da aynı şeyi fark ediyorum. Çiftler eğer çok genç değilseler birbirleriyle o kadar az konuşuyorlar ki.
Anais Nin, İçsel Kentler beşlemesinde şöyle bir cümle yazmış: “Rango ile ikimiz her şeyden kaçıp, bir ada, tek kişilik bir yer bulmak istiyoruz; birlikte huzur içinde hayal kurabileceğimiz bir yer.”
Böyle cümlelere sadece romanlarda mı yer var? Gerçek hayatta “tek kişilik” bir yerde, “iki kişi” olabilmek
mümkün değil mi?