Sis bastırırken kulağımda bir çığlık yankılandı
“İKİ arkadaşımla güneşin batışında yürüyordum. Aniden gökyüzü kahverengiye dönüştü, durakladım, hissizleştim ve bir parmaklığa dayandım. Kentin ve mavi fiyordun üzerinde ateşin dili ve kan vardı. Arkadaşlarım yürümeye devam ettiler, ben ise orada korkuyla titreyerek kalakaldım ve doğanın içinden gelen sonsuz çığlığı duydum.”
Norveçli ressam Edward Munch, ünlü “Çığlık” tablosunu hangi duygular içinde çizdiğini günlüğünde böyle anlatıyor.
Munch’un sözünü ettiğim “Çığlık” isimli tablosunu, resme meraklı olanlar mutlaka bilirler.
Modern insanın acılarının simgesi olarak, çizilmesinin üzerinden tam 114 yıl geçmiş.
Resme bir başyapıt niteliğini kazandıran şey, deformasyonun bir ifade aracı olarak ilk kez kullanılmış olması.
Resmin anlattığı duygular o kadar güçlü ki günümüzde birçok popüler kültür ürününde bile ondan izler bulabilmek mümkün.
Milli maç için gittiğim Norveç’in başkenti Oslo’da, cumartesi günü Munch’un günlüğünde tarif ettiği gibi bir hava vardı.
Kış olimpiyatlarının düzenlendiği parktaki otelin lokantasında iki kadeh “aqua vit-hayat suyu” içtikten sonra, sislerin altında gümüş gibi parlayan kente baktım.
Tıpkı resimdeki gibiydi. Güneşin ateşli dili fiyordu yalarken, en az 100 metre aşağıya düşmemi önleyen bir parmaklığa dayanarak, kendime bile bir türlü tarif edemediğim bir duygu içinde doğanın sonsuz çığlığını dinledim.
Aklımda nedense “Genç Werther’in Acıları” vardı. Belki Avrupa’nın kuzeyine gidip, sivri çatılara her baktığımda sadece Werther’i hatırlıyor olmamın psikolojik bir açıklaması vardır ama ben bilmiyorum.
Kim bilir, Çığlık’ı düşünürken beynimin kıvrımlarında Goethe’yi hatırlatacak sinyallerin dolaşması da belki Munch’un çocukluğundan beri hiç kurtulamadığı ölüm korkusunu andıran “Werthervari” bir terk edilme-yalnız kalma-sevgiliye ulaşamama korkusudur.
Benim talihsiz, güzel Anna Karenina’mı hareket halindeki trenin önüne iten duygunun bir türevi yani.
Kenti sarıp sarmalayan sisin içine doğru çekilirken, göğsümden boğazıma doğru yükselen depresif duygulardan kurtulmak için güneşi hayal ettim.
Sis bütün kenti ağır ağır avcunun içine alırken Henrik Ibsen’in neden ülkesini terk edip, 27 yıl güneşli ülkelerde gezdiğini daha iyi anladığımı sanıyorum.
Oslo’ya bir daha gelir miyim? Bilmiyorum, belki de gelirim, neden olmasın?
Belki de bu kentin ruhunu daha iyi anlayabilmek için yaşantımın bir bölümünü sivri çatılı, küçük pencereli bir ahşap evde de geçirebilirim.
Sonuç olarak yanınızda kim olduğu ile ilgili bir konudur bu.
İçinde sevdiğiniz birisi varsa, sisler içindeki küçük bir kent bile, evren kadar uçsuz bucaksız olabilir çünkü!
Stadyumda kristal avize mağazası
MİLLİ maçı izlemek için Ullevaal Stadyumu’na girerken dikkatimi çeken şey, giriş kapısının hemen yanındaki bir mağaza oldu.
Bizde İnönü’de Beşiktaş’ın formalarını satan bir mağaza var. Şükrü Saraçoğlu’nda ise bir Migros ve 2 Fenerium mağazası.
Mağazanın “kristal avizeler sattığını” söyleyeyim de neden şaşırdığım daha iyi anlaşılsın.
Tribüne çıktıktan sonra bunun Norveç için yadırganmaması gereken bir durum olduğunu düşündürtecek bir görüntü ile karşılaştım.
Herkes uslu uslu oturmuş maçı bekliyordu ve bilin bakalım kimler ayaktaydı, kimlerin ellerindeki biletlerde numara yazıyor olmasına rağmen, kimse oturamıyordu?
Kolayca tahmin ettiniz!
Bizim bir araya geldiğimizde kolayca organize olmamızı önleyen bir toplumsal genimiz var sanırım. Giriş itiş kakış, çıkış itiş kakış, maç itiş kakış içinde geçip gitti.
Fatih Terim’i ipe çekmek için fırsat kollayanları hüsrana uğratacak bir sonuçtu elbette ama biz tribündekiler için şahane bir geceydi.
Şimdi sırada Bosna Hersek var.
Memleketimizdeki genel havaya bakacak olursanız, maç “çantada keklik!”
Ama 5 yaşından beri maçlara giden bir insan olarak izin verirseniz şunu hatırlatayım: Hiçbir maç oynanmadan kazanılmaz!
Ve biz ne zaman bu havaya girsek, sonumuz hep hüsran oldu.
Bu kez havaya girmeyelim, ne olur!