Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Soğukkanlılığımızı koruma zamanı

İSTANBUL’da terörist örgütlere karşı yapılan operasyonlarda, biri terörist olmak üzere iki kişi öldü, bir polis şehit oldu.

Hemen ardından Lice ve Şemdinli’deki saldırılarda 10 asker şehit düştü.

Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’e karşı girişilen saldırının can kaybı olmadan atlatılmış olması ise sadece “şans” ile açıklanabilir.

Bütün bunlar geçtiğimiz üç gün içinde olup bitti.

Herhangi bir ülkede, bir tanesi bile yaşansa ortalığı yerinden oynatmaya yetecek şiddet eylemleri bunlar.

Demek ki bu tür olaylara o kadar alışmışız ki yer yerinden de oynamıyor.

Sadece bu tablo bile hükümetin, bu sorunları çözmek için yeterli bir zamana ve krediye sahip olduğunu gösteriyor.

Bütün mesele, sorunları çözmeye yönelik gerçek bir siyasi iradeyi ortaya koyabilmek ile ilgili.

Öte yandan terör örgütünün “ateşkes ilan ettim” açıklamasının üzerinden çok geçmeden bu saldırıların gerçekleşmiş olmasına da dikkat etmek gerekiyor.

İki olasılık var: Ya bu örgüt herkesin zannettiği gibi homojen bir bütün değil ve örgütün her parçası kafasına göre eylem yapıyor ya da örgütün “ateş kes ilan ettim” açıklamaları gerçeği değil, siyasi bir manevrayı yansıtıyor.

Genel seçimlerden sonra DTP’nin TBMM’de temsil edilebilme hakkını kazanmış olmasının sorunun çözümünü siyasi bir zemine çekebileceğini düşünmüştüm.

Ancak DTP, kendisini terör örgütünden soyutlamayı bir türlü başaramadı.

Şiddetin şiddet doğuracağı yeni bir döneme girdiğimiz görülüyor.

Her şeye rağmen soğukkanlılığımızı korumak zorundayız.

Başbakan, önemli bir fırsat kaçırdı

Hükümet ne kadar ağırdan alırsa alsın, adli süreci uzatmaya ne kadar çalışırsa çalışsın, Deniz Feneri skandalını örtbas etmeyi başaramayacak.

Çünkü soruşturma Türkiye’nin iradesi dışında başladı ve dolandırılanlar her ne kadar Türk vatandaşı olsalar da bir hukuk devleti olan Almanya’da yaşıyorlar!

Dünkü Milliyet’te, Frankfurt Savcılığı’nın Ankara’ya yolladığı dosya ile ilgili ayrıntılı bir haber yayımlandı.

Dosya, Deniz Feneri soruşturmasındaki 16 zanlının, Kanal 7 ile ilgili bağlantılarını sorguluyor.

Hepimizin tahmin ettiği ama bir türlü tam olarak tarif edemediğimiz bir yolsuzluğun ipuçları bunlar.

Ve o sorular, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın neden bu haberleri okuyunca çıldırdığını da anlatıyor.

Başbakan da gayet iyi biliyor ki bazı yandaşlarını ve adamlarını bu soruşturmadan kurtarabilmesi artık mümkün değil.

Dosya Türkiye’de ne kadar savsaklanırsa savsaklansın kendi sürecinde yürümeye devam ediyor ve ucunun varabileceği yer konusu Başbakan’ı rahatsız ediyor.

Oysa Başbakan, sinirlerine biraz hákim olabilse bu soruşturmayı kendine lehine çevirebilecek olanaklara sahipti.

Bir tek koşulu vardı bunun: “Benim hırsızım iyi, senin hırsızın kötü olmaz gerçeğini” kabul edebilmesi!

Başbakan, dava ile ilgili haberlerin Türkiye’de yayımlanmaya başladığı günlerde bunu akıl edebilip, hırsızları adalete teslim etmek konusunda ayak sürümese önemli bir siyasi kazanım elde edebilirdi.

Eleştirilere değil, yalakalara kulak vermeyi tercih etmesinin kendisi için ne maliyeti olduğunu görebildiğini umalım.

Metrobüslerin Türkiye temsilcisi kim?

İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi’nin her birine 2,4 milyon TL ödeyerek satın aldığı ve şu anda garajlarda beklettiği Phileas marka metrobüsler, üretici ülke Hollanda ve Fransa’da da sorun olmuş.

Arkadaşımız Muammer Elveren’in haberine göre üretici ülke Hollanda’da da bu otobüsler 2007 yılı sonunda seferden çekilmişler ve 2008 Aralık ayında sefere yeniden konulmuşlar. Hollanda’dan gelen haberler, otobüsler ile ilgili sorunların devam ettiğini ortaya koyuyor.

Hollanda’da karşılaşılan sorunlar, Türkiye’de yaşananlar ile tıpatıp birbirine uyuyor: Otobüsler rampa çıkamıyorlar, ağır yük taşıyamıyorlar.

Eindhoven ve İstanbul dışında, Phileas marka metrobüsleri tercih eden dünyadaki tek şehir, Fransa’nın kuzeyindeki 44 bin nüfuslu Douai.

Fransa Ulaştırma Bakanlığı, teknik sorunları gerekçe göstererek Phileas’lar için “güvensiz” raporu verdi. Bu nedenle 2010’a kadar sefere çıkması imkánsız olan Phileas’lara, “hayalet tramvay” ismi takıldı.

Ortaya çıkıyor ki bu otobüsler satın alınmadan önce Türkiye’de uyarı yapan uzmanlar haklı çıkıyorlar.

Şimdi kritik bir sorunun yanıtını aramalıyız:

Bu otobüsleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kim sattı? Firmanın, Türkiye’deki temsilcisi kim? Siyasi eğilimi ne? Ülkemizin önemli siyasetçileri ile yakınlıkları var mı?

Çok yakında bu soruların yanıtını da alacağız ve İstanbul halkının bu kazığı neden yemek zorunda kaldığını öğreneceğiz.