Orada, o yolun kenarında Anna’yı gördüm
HALİL Cibran, “Acı, anlayışınızı koruyan kabuğun kırılmasıdır” derken şüphesiz ki fiziksel acıdan söz etmiyordu.
Fiziksel acı dediğiniz şey nedir ki zaten. Çoğu kez anlıktır, unutulması bu nedenle kolaydır.
Cibran, insanın ruhunun acımasından söz ediyordu ki ruh bir kere kanamaya başlayınca iyileşmesi için çok uzun bir tedavi süreci gerektirir, çoğu kez mümkün de olamaz. Kalbinizin içinde bir sızı ile dünyayı terk eder, gidersiniz. Eğer ruh denen şey gerçekten insan bedenine bağlı bir şey değilse, o acıyı hissetmeye de devam ediyor olmalı. Melankolik bir insan değilim. Sabahattin Ali “Beni en güzel günümde, sebepsiz bir keder alır” diye bu ruh durumunu tarif ederken, benim gibileri kastetmiyordu.
Ama ne zaman Rusya’ya gelsem, gezinin sonlarına doğru içimden bir kederin yükselmekte olduğunu da hissedebiliyorum.
Sibirya’nın gri beyaz atmosferinde, Ekaterinburg’da bir barda, elimde “piset gram votka” ile otururken hissettiğim şey buydu.
Kar yağıyordu. İnce ince tozan bir kar. Oturduğum barın pencerelerinden dışarıya yansıyan sarı ışıkta kar tozları öyle bir parlıyordu ki, bir altın yağmuruna bakıyormuşum yanılsamasına kapıldım.
O incecik, beyaz tenli, iri gözlü kadını o zaman fark ettim. Yaşını tahmin edebilmem olanaksızdı, yolun kenarında bir araç bekliyordu, belki de işten çıktığında buluşacağı bir sevgiliyi. Arada bir dönüp oturduğum bara doğru bakıyordu, sanıyorum eksi 20 dereceyi bulan soğukta içeride mi, dışarıda mı beklese daha iyi olacak, ona karar vermeye çalışıyordu.
Başında tilki olduğunu tahmin ettiğim, kürkten bir kalpak vardı. Siyah saçları kalpağın altından dalgalanarak omuzlarına doğru dökülüyordu. Üzerindeki kürke sıkı sıkı sarınmış, ellerini cebine sokmuştu. Ayaklarında ince topuklu, uzun ve siyah çizmeler vardı.
Onun bu hali dünyanın gördüğü en şahane roman kahramanı kadını, Anna Karenina’yı hatırlamama neden oldu. Aslına bakarsanız Anna’yı hatırlamam için böyle bir sahne ile karşılaşmış olmam da gerekmiyor, özellikle Rusya’dayken kafam genellikle onunla meşgul oluyor.
Nasıl bir acı çektiğini biliyorum, Tolstoy öyle güzel anlatmıştı ki. Anna’nın o acıyı bitirebilmek için neden bir tren istasyonunu seçtiğini de anlayabiliyorum. Halil Cibran’ın işaret ettiğine benzer bir durumdan kaynaklanıyor bu.
Bir aşk ilişkisinin içinde her zaman eşitliksizlikler barındırdığını düşünürüm. Öyle olmasa bile ilişkinin taraflarının öyle hissetmesine neden olan birçok küçük ayrıntı yaşanabilir çünkü.
Her âşık, kendisinin daha çok sevdiğini ama aynı derecede sevilmediğini düşünür. Bu da insan doğasının tuhaf yönlerinden biri!
Ve oturup konuşmak ile çözülebilecek bir durum da değildir, kimse daha az sevildiğini ya da sevdiğini açık yüreklilikle itiraf edebilecek cesarete de sahip değildir çünkü.
Ama bu duygu sonunda, anlayışınızı koruyan kabuğu öyle bir çatlatabilir ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz, olamaz.
Oturduğum barda neşeli genç kızlar ve erkekler bir yandan birbirleriyle konuşur, şakalaşırken, diğer yandan ellerindeki cep telefonlarına bir şeyler yazıp duruyorlardı.
Acaba, Tolstoy’un yaşadığı dönemde cep telefonu ve SMS mesajları olsaydı, Anna Karenina’nın öyküsü nasıl biterdi?
Kendime sordukça soruyorum, ama Tolstoy olamadığım için yanıtını da bulamıyorum!
Aslında o barda arkadaşlarla oturup, sessizce hayallere daldığımızda aklımda olan şey bu coğrafyanın ve toplumsal kültürün, Gogol’dan Dostoyevski’ye, Tolstoy’dan Puşkin’e, Anna Ahmadova’dan Turgenyev’e kadar muazzam bir yelpazeyi nasıl olup da yaratabildiği sorusuydu. Arada atladığım onlarca büyük isim ve hiç değinmediğim dev müzisyenler, ressamlar da cabası!
Ne oldu, nasıl oldu da o köylü imparatorluk böyle bir sonuç yaratabildi?
Ne oldu, nasıl oldu da Rusya’dan çok önce daha gelişmiş bir toplumsal yapı yaratabilen Osmanlı’da aynı sonuç çıkmadı?
Yanıtını bir gazete köşesinde verebileceğim bir soru değil, zaten haddimi de bilirim müktesebatım bu soruya dört dörtlük bir yanıt bulmaya da yetmez.
Ve yanıtını bulamadığım bir soru daha var: Ne oldu, nasıl oldu da o muazzam kültürel serveti yaratabilen Rus toplumu, bugünün açgözlü, görgüsüz, tek değer olarak parayı gören insanlarını yaratabildi?