Tavırsız kalmanın siyasi sorumluluğu
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Amsterdam’a giderken uçakta Sedat Ergin’in “Kabine toplantısında 28 Şubat kararları görüşülmemiş miydi” sorusuna şöyle yanıt vermiş: “Hatırlamıyorum.”
Hep söylüyorum, hafızası zayıf bir toplumuz diye, öyle görünüyor ki Cumhurbaşkanımız da bu genel durumdan etkilenmiş. Oysa bir gazeteci olarak benim hatırladığım bazı şeyler var.
Şöyle hatırlıyorum: Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat’ta aldığı kararlar üzerine hükümet toplantısında bir genel görüşme yapılmadı. Başbakan Necmettin Erbakan, kararlar üzerine bir açıklama yaptı. Daha sonra söz sırası Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e geldi, o da bir genel değerlendirme yaptı ve gündemdeki öteki konulara geçildi.
O tarihte Abdullah Gül, Devlet Bakanı idi ve böyle önemli bir günde eğer yurtdışında değilse mutlaka o Bakanlar Kurulu toplantısına katılmış olmalıydı.
Cumhurbaşkanı, Sedat Ergin’e “28 Şubat kararlarının hükümet programına uymaması nedeniyle TBMM’de de görüşülmesi gerektiği” fikrinin de kendisine ait olduğunu söylemiş.
Keşke bu fikir aklına Erbakan’ın 28 Şubat kararlarını açıkladığı hükümet toplantısı sırasında gelmiş olsaydı.
O zaman söz alıp, bu fikrini Bakanlar Kurulu’nda tartışmaya da açabilirdi.
Ama demek ki o dönemde de Bakanlar Kurulu toplantısı, Başbakan’ın sazı eline alıp çaldığı ve istemediği konuları konuşturmadığı bir ortam imiş.
Cumhurbaşkanı, 28 Şubat kararlarının altında imzasının olmadığını, bununla ilgili bir Bakanlar Kurulu kararı da olmadığı için onlarda da imzasının bulunmadığını söylüyor ki böyle konuştuğuna göre o günkü hükümetin kararlar karşısındaki tavırsızlığının siyasi sorumluluğunu üstlenmek istemediğini anlıyorum.
Ama şunu söylemeliyim ki o gün hükümette bulunan herkes, bu tavırsızlığın ortak sorumluluğunu paylaşıyor.
‘Cezasızlık kültürü’ asıl sorunumuzdur
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Amsterdam yolculuğunda şöyle bir söz de söyledi: “Cezasızlık kültürü hâkim olunca insanları yanlış yapmaktan alıkoyan bir caydırıcılık olmuyor. Yargılamalar bu tür hareketleri tamamen caydıracaktır. 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl sonra hesap sorulabiliyorsa, bu herkese ders oluyor, insanları caydıran bir etki yaratıyor.”
Daha önce de bu görüşümü yazmıştım, bizim liderlerimize uçağa binmek iyi geliyor, bir zihin açıklığı, meselelere daha yukarıdan bakma durumu gelişiyor.
Cumhurbaşkanı’nın söylediği söz son derece doğru! Eğer Türkiye ilk askeri darbe ile böyle bir hesaplaşma içine girebilseydi, ne 12 Mart olabilirdi, ne 12 Eylül, ne de 28 Şubat. Bugün yargılama süreci devam eden “Balyoz” gibi olayları da konuşuyor olmazdık.
Ama bu durum sadece “askeri darbeler için” geçerli değil.
Eğer Türkiye’de “cezasızlık kültürü” hâkim olmamış olsaydı, bugün işkence ve kötü muamele de olmazdı.
İşkence ve kötü muamele hâlâ önlenemedi, çünkü Türkiye’de kamu yöneticileri işkencecileri korudu, ancak koruyamaz hale geldiklerinde işkencecilerin cezalandırıldığını görebildik, onda da en az cezayı vermek için yargı organları adeta birbirleriyle yarıştılar.
İşini gereği gibi yapmayan kamu görevlilerini cezalandırmak gibi bir kültürümüz gelişmiş olsaydı, ne köprü çökerdi, ne de işçiler çadırlarda yanarak ölürlerdi.
Eğer işlerini düzgün yapmayan kamu görevlileri cezasız kalmamış olsalardı, kamu yönetiminde “boş vermişlikten” kaynaklanan sorunların hiçbirini yaşamazdık.
Rüşvet ve yolsuzlukla adam gibi mücadele eder, bugün dünyada rüşvet ve yolsuzluğun yaygın olduğu bir ülke kategorisinde de olmazdık.
Bütün bunları yapması gerekenler de seçimle iş başına getirdiğimiz sivil yöneticilerimizden başkası değildi.
Bu film Milano’da çekilebilir miydi?
BATILI sinemacıların memleketimize bakışı “oryantalizm” ve “ırkçılık” ile maluldür. Elbette aralarında böyle olmayanları da vardır ama televizyon dizilerinde ve filmlerde Türkiye genellikle karanlık işlerin döndüğü, insanların anlaşılmaz bir garip lisanla konuştuğu bir orta doğu ülkesi gibi gösterilir.
İstanbul’da çekilmekte olan James Bond’un yeni filminin de böyle olmasına hiç şaşırmayacağım.
Turizm Bakanlığı’nın, yüksek gişe beklentisi olan ticari bir filmi destekleyerek İstanbul ve Türkiye’ye dikkatleri çekmek istemesi son derece doğru bir karar elbette. Ama bu keşke bir James Bond filmi değil de, mesela “Vicky, Cristina, Barcelona” gibi bir film olsaydı. Kentin ruhunu kavrayıp, izleyiciye aktaracak bir film! İstanbul, kovalamaca, cinayet, entrikalara dekor olmasaydı. Çekimlerde Kapalıçarşı da bir film platosu gibi kullanılacak. Geçen gün bin yıllık geçmişi olan çarşıya bir platformdan fırlayan motosiklet daldı, virajı da alamayarak bir dükkânın vitrinine daldı. Çekim boyunca kim bilir daha ne tür beklenmeyen olaylar yaşanacak.
Şunu merak ettim: Bu çekimler mesela Milano’da olsaydı, Duomo Meydanı’ndaki çarşıda böyle bir çekim için izin verirler miydi?
Ya da herhangi bir Avrupa kentinin merkezi, bilmem kaç gün süreyle esnafa da iki üç yüz dolar sus payı vererek trafiğe kapatılır mıydı?
Hiç sanmıyorum.