Toplumsal paranoyadan medet umuyorlar
İNSANLARIN başlarına gelen her türlü kötülüğün, belli bir dini ya da etnik gruptan kaynaklandığını düşünmelerine toplumsal paranoya diyoruz.
Örnekleri de genellikle bizim coğrafyadan veriliyor.
Yunanlılarda böyle bir Türk paranoyası güçlüydü mesela. Gerçi giderek etkisi azalmış gibi görünüyor ama bu ülkede belli bir çevre hâlâ Yunanistan’ın başına gelebilecek her şeyi Türkiye’den biliyor.
Araplarda da benzer bir Yahudi paranoyası vardır. Arap ülkelerinde her kötülüğün ardında Yahudi ve İsrail parmağı aramak ve bulmak temel bir davranış biçimidir.
Bizde de bu tür paranoyalar vardır. Olumsuz dış gelişmelerin arkasında Rum, Ermeni ve Yahudi lobilerinin parmağını aramak alışkanlık haline gelmiştir.
Böyle toplumsal paranoyalar, önünde sonunda ırkçılığa dönüşür, bunu kullanmak isteyen siyasi eğilimlerin varacağı yer de faşizmdir.
Bir etnik ya da dini grubu kötülüklerin anası olarak görmek ve kitlelere hedef göstermek böyle siyasi eğilimlerin beslenmesini, güçlenmesini sağlar, Nazi dönemi Almanya’sını aklımızdan çıkarmamamız gerekir.
WikiLeaks belgeleri ile ilgili AKP sözcülerinin söylediklerine bakılacak olursa, onun arkasında da İsrail ve Yahudi parmağı var.
Cumhurbaşkanı da öyle düşünüyor, bazı bakanlar da, Başbakan’ın danışmanı da!
WikiLeaks belgelerinin sızdırılması, AKP hükümetine karşı girişilmiş bir psikolojik harekât olarak tanımlanıyor!
Bilinçaltlarındaki Yahudi düşmanlığı bir politika haline geliyor, belgeler karşısında düşülen zor duruma karşı savunma, bir karşıtlık üzerine kuruluyor.
Türk halkının belgelerin tümünü okuyabilmesine elbette olanak yok. Bundan yararlanmak isteniliyor.
Oysa belgelerin tümünü görenler biliyorlar ki bu belgelerin açıklanması, diplomaside artık şeffaflığın olmasını isteyen yeni bir akımın sonucu. Kapalı kapılar ardındaki gizli pazarlıklar ile halkların kaderleriyle oynanmasına bir isyan bu!
Bu yönüyle bakarsak elbette belgeler AKP hükümetine de karşı. Ama aynı nedenlerle ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya ve daha birçok ülke hükümetlerine de karşı.
Toplumsal paranoyayı körükleyerek belgelerin etkisini zayıflatma çabası belki geçici olarak işe yarayabilir ama kaçınılmaz sonu da durduramaz.
Bunun adına ‘işkence’ derim!
İSTANBUL Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, cumartesi günü polisin öğrencilere attığı meydan dayağını şöyle yorumladı: “Öğrencilerin demokratik haklarını kullanmalarına polis asla engel olmaz. Demokratik haklar kullanılırken bu fiil, zorlamaya ve yasal sınırlar aşılmaya dönüşürse o zaman polis yasal yetkisi olan zor kullanır.”
Emniyet Müdürü’nün bu sözlerine kim itiraz edebilir? Doğru bir şey söylüyor ama söylediği doğru, yaşanan gerçek ile örtüşmüyor. Tartıştığımız sorun, polisin zor kullanması değil, bu zor kullanmayı nasıl algıladığı ve uyguladığı ile ilgili. Polisin zor kullanma yetkisi, yasal sınırların aşıldığı bir gösteride, göstericileri bu sınırın içine geri çekmek ile sınırlıdır.
Bu elbette bazı durumlarda göstericilerden bazılarının gözaltına alınmasını da gerektirebilir.
Zor kullanarak bazı göstericileri topluluğun içinden ayırmayı da gerektirebilir.
Ama İstanbul’da o sınır aşılmış bulunuyor. Yere düşmüş, artık yapacak hiçbir şeyi kalmamış bir göstericiyi yerde tekme tokat, copla dövmek nasıl bir “yasal yetki” olabilir?
Bunun adına ben işkence diyorum, isterseniz siz daha hafif bir suç olsun diye “kötü muamele” de diyebilirsiniz.
Gözlerine biber gazı sıkılmış göstericileri, topluca bir otobüse doldurup, tıbbi yardımdan mahrum bir şekilde saatlerce karakol önünde bekletmek nasıl bir yasal yetki olabilir?
Savaşta bile yaralanan düşmana tıbbi yardım sağlamak insanlık görevidir. Ben buna da işkence diyorum, isterseniz siz yine hafifletmek için “kötü muamele” diyebilirsiniz.
İstanbul Emniyet Müdürü, tecrübeli bir polis yöneticisi! Ama öyle görünüyor ki o da bizim kamu yöneticilerimizin düştüğü en büyük hatadan kendisini kurtaramıyor: İşini doğru ve yasal sınırlar içinde kalarak yapamayan personeline sahip çıkıyor!
Siren ve tepe lambalı kamu araçları
CUMARTESİ günü resmi plakalı bir aracın emniyet şeridini de ihlal ederek, siren ve tepe lambasıyla vatandaşları taciz ettiğinden yakınmıştım.
İstanbul Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü bu aracı buldu, araçtaki siren ve lambayı söktürerek, gerekli cezayı da sürücüsüne kesti. İlgilerine teşekkür ederim.
Bu vesileyle bu sorunu bir kez daha hatırlatayım.
İstanbul’da trafik zaten içinden çıkılmaz bir sorun ve kendini halktan daha üstün gören bazı kamu görevlilerinin araçları, yetkileri olmadığı halde emniyet şeritlerini ihlal ediyorlar, yasalara aykırı olarak siren ve tepe lambası kullanarak vatandaşı taciz ediyorlar.
Elbette İstanbul gibi bir kentte sınırlı sayıda trafik polisinin bunlarla tam anlamıyla mücadele edebilmesi zor! Çünkü aynı suçu işleyen sivil araçlar da var, polis hangi birini takip etsin?
Kamu araçlarıyla ilgili sorumluluk, hiç kuşkusuz öncelikle bu araçların bağlı bulunduğu kurumların yöneticilerine ve o araçları kullanan kamu görevlilerine düşüyor.
Onlardan habersiz olarak bu araçlara siren ve tepe lambası takmak kimin haddine? İçinde bir amir bulunurken bunları kullanmaya cesaret etmek de öyle!
O araçların sürücülerine, kamu görevlilerinin birinci işlerinin vatandaşın hayatını kolaylaştırmak olduğunu hatırlatmak, vatandaşı böyle taciz etmenin en azından “ayıp” olduğunu öğretmek öncelikle onların işi.
Böyle araçlara rastladığınızda plakalarını alarak 154 numaralı trafik hattına bildiriniz ki polisin de işini kolaylaştırmış olalım.