TÜRBAN tartışması yeniden alevlendiğine göre, türbanın kendisini de tartışmanın zamanı gelmiş demektir.
Sorun AKP ve destekçisi MHP tarafından bir “özgürlükler sorunu” olarak sunuluyor.
Dini inancın gereği deniliyor, isteyenin istediği kılıkta dolaşma hakkından söz ediliyor, herkesin kamu hizmeti alırken eşit olmasının zorunluluğu vurgulanıyor.
Bunlara bir itirazım yok. Kamu hizmetlerinden yararlanma söz konusu olduğunda, herkesin mutlak bir eşitlik içinde olması gerekir. Sorun, kamu hizmeti verenlerin tarafsızlıklarını korumaları ve siyasi-dini tercihlerini işlerine karıştırmamaları sorunudur.
Öte yandan türbanın bir “özgürlük sorunu” olduğu fikrindeyim ben de. Ama tam ters açıdan! Türbanın, kadınların toplumsal yaşam içinde yer almalarını sağlayan bir aksesuvar olduğundan söz ediliyor.
Bu yönüyle de “özgürleştirici” olduğu vurgulanıyor. Sadece bu bile türbanın aslında, kadınların ikinci sınıf insanlar olduklarının altını çizen bir durum olduğunu gösteriyor.
Toplumsal yaşama katılmak, kadının cinsiyetsizleşmesi, örtünmesi ve etraftaki erkekleri günaha sokmamasına bağlanıyor.
Yola böyle çıkınca da arkasından ikinci önerme geliyor: Başını örten namuslu, örtmeyen namussuz kadın oluyor!
Bunun özellikle küçük yerleşim yerlerinde ve büyük kentlerin varoşlarında nasıl bir toplumsal baskı yarattığını biliyoruz.
Başını türban ile örtenlerin sayısındaki artışın nedeni bu. Birçok kadın, böyle bir yargılanma ile karşılaşmamak için türban takıyor.
Türban, başını türban ile bağlamak istemeyen kadınların özgürlüklerini ellerinden alan bir silaha dönüşüyor.
Evet, türban bir özgürlük sorunu, ama tam tersinden!
Arta kalan zamanda
ERTUĞRUL Özkök’ün seçtiği aryalardan oluşan “Arta Kalan Zamanda” isimli CD’yi birkaç gündür gazetedeki odamda dinliyorum.
Aryaları dinlemeden önce, Özkök’ün her parça için yazdığı kısa notlardan oluşan kitapçığı da okudum.
İnsanın kendi yaşamını sorgulaması, yaşamı üzerine fikirler yürütmesi ilginç bir duygu.
Gasset, yaşamımızın, üzerinde açık seçik fikirlere sahip olduğumuz zaman bize ait olacağını söylüyor.
Bu nedenle, örneğin bir delinin yaşamının, tam olarak yaşam sayılamayacağı gibi bir sonuca da varıyor. Ki tehlikeli ve faşizan eğilimlere de çanak tutan bir bakış bu. Ama ben o kadar aşırıya kaçmadan da aynı şeyi savunuyorum: Hayatının ne olduğu hakkında bir fikrin yoksa o hayat sana ait değildir!
Özkök’ün yazdıklarını okur, seçtiklerini dinlerken de aklımdan bu düşünce geçti.
“Arta kalan zamanda” diye tanımlanan “zaman aralığı” aslına bakarsanız, bir insanın yaşamının en çok kendisine ait olan bölümü.
İrademizle kendimize ait yaşamın bir bölümünden vazgeçiyoruz. Sorumluluklar, yerine getirilmesi gerekli ödevler, para pul peşinde geçen zaman!
Yaşamın o alanında yalnız kalmak da yok, toplumun kurallarını kurcalamaya kalkmak da yok.
Ama “arta kalan zaman” sadece bize ait. Orada hiçbir kurala uymamak hakkına sahibiz. Ve başkaldırının en radikal biçimine geçip áşık olabiliriz!
Arta kalan zamanda sahip olduklarımız, aslına bakarsanız bütün yaşamımız boyunca sahip olabileceklerimizin en değerli parçaları olur.
Kendinize bir zaman yaratıp bu CD’yi dinleyin. Bakalım sizde de aynı duyguları harekete geçirecek mi?
Meşhur Berlin Döneri!
BU tabelayla küçük bir Belçika kentinin dar sokaklarından birinde karşılaştım. Üzerinde şahane görünen, iyi pişmiş bir döner fotoğrafı vardı. Flamanca yazıları okuyamadım ama “Meşhur Berlin Döneri” yazısı Türkçe yazılmıştı. Okuyamadığım yazılarda nelerin yazıldığını tahmin etmek de zor değil aslında: Lezzetli, sağlıklı, doyurucu gibi kavramlar olmalı. Dönerin çok iyi pişirildiği birçok Anadolu kenti biliyorum. Hatta bir adım ileri gidip hemen hemen her il merkezinde çok iyi bir dönercinin bulunduğunu bile söyleyebilirim. Ama hiçbir yerde “Meşhur Antalya Döneri”, “Meşhur Adapazarı Döneri” gibi tabelalara rastlamadım.
Bursa hariç. Orada da döner, dönerlikten çıkıp muazzam bir yemeğe dönüştüğü için Bursa’nın özel bir konumu var.
“Meşhur Berlin Döneri” sözleri bu nedenle çok dikkatimi çekti. İnsanda tebessüm yaratan bir espri de gizli gibi içinde ama bir şaka yapmak için yazılmış sözler de değil bunlar. Bu biraz da biz Türklerin, gittiğimiz yerleri kısa sürede benimseyip kendimizi vatanımızda hissetmemizden de kaynaklanıyor olmalı. Belki de binlerce yıllık göçebe geleneğinden kaynaklanan bir benimseyiş bu. Türkiye’nin ve Türklerin, Avrupa’nın bir parçası olmadığını düşünenlere bu tabelayı göstermek isterdim.
Döner, Berlin’in en sevilen ve meşhur “mahalli” yemeklerinden biri olduktan sonra, bizlerin Avrupalı olup olmadığımız ne boş bir tartışma!